20 Mart 2009 Cuma

HZ.MUHAMMED'DEN ÖNCE

BİLİM VE FELSEFEDEN DERLEMELER

Mucize uydurma uzmanları, birçok konunun ilk kez Kur'anda yazıldığını, ondan önce hiç bilinmediğini iddia ederler. Yağmuru, rüzgarı, arıyı, böceği dahi Kur'an'a malederler. Bu başlıkta Antik çağ filozof ve bilim adamlarının derlemelerine yer vereceğiz. İlki Galileo'nun Buyruğu kitabından:

LUCRETİUS- Atomların Kalıcılığı ve Evrenin Yapısı

Titus Lucretius Carus (MÖ yaklaşık 94-50) kendisinden 250 yıl önce yaşamış olan Yunanlı filozof Epikuros’un atom kuramını açıklayan lirik bir şiir yazmıştır. (MÖ yaklaşık 60) Bu olağanüstü bir başarıydı. Bilim konusunda bir akıl yürütme ilk defa şiir dizelerinde bu denli mükemmel ortaya konuyordu. Atomlardan oluşan bir dünya görüşü pek değişmeden 1900’lere kadar yerini korudu. Bütün maddelerin bölünemeyen en küçük parçacıklardan oluştuğunu savunan bu görüş Einstein öncesinin temel maddeci görüşüydü.Aşağıdaki şiirde Lucretius, klasik fiziğin temel öğretisi olan, maddenin yoktan yaratılamayacağı ve yok edilemeyeceği iddiasını dile getirmektedir. Lucretius’un bu denli ustalıkla ifade ettiği öğreti o devirden bu yana değişim geçirerek şu şekli almıştır: Madde enerjiye, enerji de maddeye dönüşebildiği halde, varolan toplam madde ve enerji ne arttırılabilir ne de azaltılabilir.

Birinci ilkemiz şu olacak konuya girerken:
Hiçten hiçbir şey yaratılamaz tanrısal güçle
Ölümlülerin bunca korkuya kapılmaları
Yerde ve gökte tanık oldukları olaylara
Gözle görülür bir neden bulamamalarındandır
Kolaydır tanrının istemiyle açıklamak bunları
Hiçten bir şey yaratılamayacağını kavrayınca
Daha açık seçik göreceğiz önümüzdeki yolu
Nasıl oluştuğunu ve var olduğunu
Bir kere yoktan yaratılsaydı varlıklar,
Her tür, her kaynaktan doğardı; tohum olmazdı
İnsan denizden çıkardı, pullu balık topraktan
Ve kuşlar gökten türerlerdi durup dururken.
Sürüler, kuytularda üreyen yabanıl hayvanlar,
Ekili ya da çorak toprakları doldururlardı.
Aynı ağaçlarda bitmezdi hep aynı yemişler,
Elbet değişirlerdi, her ağaç her yemişi verirdi.
Kendine özgü doğurgan gövdelerden oluşmasaydı
Neden hep varlık doğsundu aynı tür anadan?
İmdi, her varlık özel tohumundan oluştuğundan
Ancak uygun dokunun, uygun atomların bulunduğu
Yerden doğar güneş-ışıklı dünyaya.
Bu yüzden her şey rasgele doğamaz her şeyden,
Özel gücü özündedir doğumunu hazırlayan.

Neden baharda açar gül,ekin olgunlaşır yazın?
Ve üzüm neden büyüsüne kapılır güzün?
Özel tohumları elverişli anda toparlanmayınca
Ortaya çıkıp, varlıklar gelişmeseydi,
Dirim başlayan toprak en uygun mevsimde,
Onları korunmasız sürer miydi ışıklı dünyaya?
Hiçlikten doğsalardı, zaman gözetmeden
Olmadık aylarda ürerlerdi elbet, ansızın;
Mevsimlerin hışmıyla doğurgan bileşimleri önlenen
İlksel gövdeleri olmadığından.

Dahası, serpilmeleri de belli bir süreyle
Belirlenemezdi, tohumun birikimi için gereken.
Bebekler birdenbire büyüyüverir,
Ağaçlar dilenildiğinde bitiverirdi topraktan.
Ama öyle değil doğanın yasası biliyoruz.
Doğada usul usul gelişir varlık,
Kendine özgü yapıyı taşıyarak tohumundan,
Kendine özgü maddesiyle çoğalır ve beslenir,
Dahası da var: çıkagelmezse mevsim sağanakları,
Veremez yüzgüldürenekini toprak
Besinsiz kalınca da üreyemez hayvanlar
Ve sürdüremezler dirimlerini.
Atomları yadsıyan kuramın tersine,
Ortaktır çoğu öğeler varlıkların genelinde,
Tıpkı ayrı sözcüklerdeki harfler gibi.

Düşünelim: Neden öylesine kocaman yaratmamış doğa
Ki yürüyerek geçememiş insanlar okyanusu?
Elleriyle devirememişler dağları,
Ve sürdürememişler yaşamlarını kuşaklar boyu?
Çünkü varlık, doğumu için özel doku ister
Kendi yapısının niteliğini belirleyen,
Demek ki hiçbirşey oluşamaz hiçlikten,
Çünkü her varlık, dayanıksız havaya çıkmadan,
Kendi özel tohumundan döllenmelidir.

Son olarak görüyoruz ki işlenmemişten
Daha yetkindir işlenmiş topraklar ve
Emeğin değdiği yer, tatlı yemişlerden geçilmez.
Çünkü öyle tohumlar gizlidir ki toprakta
-sabanla alt üst ettiğimizde-
uyarırız verimliliklerini onların. Yoksa
çabamıza gereksinmeden ulaşırlardı yetkinliğe.

İkinci ilke: kurucu atomlarına ayırır bileşikleri doğa
Ve hiçbir şeyi indirgemez hiçliğe.
Öğeler yok edilir nitelikte olsalardı
Yitip giderdi nesneler de birdenbire;
Bağlantıları koparmak ayırmak için parçaları
Güç harcamaya bile gerek kalmazdı. Ne ki,
Yok edilmez tohumlardan elde edildiğinden her şey,
Hiç birinin yitmesine göz yummaz doğa;
Çatlaklardan içeri sızıp çözüştüren
Ya da bir vuruşta yıkan bir güç olmadıkça.

Öz dokuları tükenen varlıklar, yeryüzünden
Silinebilseydi hepten, hangi kaynaktan türetirdi
Venüs, bunca çeşit canlıyı?
Nasıl
Sürerdi yaşam ışığına? Kendisine döndüklerinde
Nasıl bulurdu her keresinde toprak, türlerinin
Gelişmesi için gerekıen besinleri?
Nereden tazelenirdi deniz, ona kavuşan ırmak?
Esir nereden beslerdi yıldızları?
Zamanın uzun dilimi, karanlık geçmiş, elbet
Tüketebilirdi ölümlü gövdeleri, oysa
Sonsuz geçmişte, evreni durmaksızın yenileyen
Gövdeler süregelmişse, demek ölümsüzdür onlar;
Hiçbir varlık hiçliğe indirgenemez o zaman.


THALES - Evrendeki sudan Kuyudaki suya

Thales, MÖ 624 ila 545 yılları arasında yaşamıştır. Muhammed hazretlerinin Allah'ın kelamı diye yazdığı kitapta, Nisa/ 11-12 ayetlerinde bildirdiği miras paylaşımındaki basit oran hesabında yaptığı hata, daha sonra halife Ömer'in avliye-reddiye yöntemiyle düzeltilmişken; Thales, Muhammed hazretlerinden 1200 yıl önce Matematik alanında çığırlar açmış birisidir.

Sokrates öncesi dönemde yaşamış olan Anadolu'lu bir filozoftur. İlk filozof olduğu için Felsefenin ve bilimin öncüsü olarak adlandırılır. Eski Yunan'ın Yedi Bilgelerinin ilkidir. Elimize ulaşmış hiçbir metni yoktur. Yaşadığı döneme ait kaynaklarda da adına rastlanamaz ancak hakkındaki bilgiler Herodot ve Diogenes Laertios gibi antik yazarlardan edinilir. Bertrand Russell'e göre Felsefe Thales'le başlamıştır.

Eski dinler dünyayı sürü sürü tanrılar ve gizli güçlerle dolu bir yer haline sokmuşlardı. Thales, buna duyduğu tepki sonucu, yalın bir açıklama biçimi aradı. Böylece birci öğretisini kurdu. Bunun sayesinde evrenin tümünü hem ilk, hem evrensel, hem plastik bir elemanın değişinimleriyle açıkladı. Bu eleman su idi. Su, yaşamın temeliydi. Hayvanların tohumu sıvıydı. Besinler özsu haline indirgeniyordu. Fakat su yalnız başına yaşamın kaynağı değildi. Maddenin temeliydi. Su buharlaşınca havayı üretiyor, hava ateşi yaşatıyordu. Ateşten oluşan gökcisimleri, buna göre suyun bir yoğunlaşmasından ileri gelmekteydi. Gerçekten de yeni oluşan toprak her gün nehirlerin ağızlarında birikmekteydi. Bu gözlemler Thales'i evrenin tutarlı bir tanımına götürür; Evren tümüyle sudan oluşmaktadır. Bizim bildiğimiz dünya muazzam bir hava kabarcığından oluşmakta ve bu su niteliğindeki evrenin içinde yer almış bulunmaktadır. Tüm bu varlıklar, tanrıların keyiflerine göre değil de değişmez kanunlar uyarınca yönetilir ve Thales bunları, çok güçlü bir zorunluluk diye adlandırır.

Aristoteles'e göre Thales'in bu düşüncesi suyun, dünyadaki bütün hayat biçimlerine özsel olduğu gözleminden gelmiştir. Suyun katı, sıvı ve buhar hali olduğunu düşünürsek, Thales'in kuramı akıllıca bir deneme gibi görünmektedir. Her ne kadar hatalı olsa da, bu fikir tarihte kayıtlı ilk bilimsel hipotezdir, Thales büyük bir indirgemede bulunuyordu. İster metaller, ister dağlar, ister gazlar, isterse insanlar olsun dünyadaki bütün nesnelerin özellikleri tek bir nesnenin özelliklerine indirgenebilir. Yani eğer şeyleri yeterince öğütürseniz, yeterince küçük parçalar ayırır ve yeterince yakından incelerseniz, onların ne demir, ne taş ne de et olduğunu, fakat sudan ibaret olduğunu görürsünüz.

Eski Yunan bilginlerinden Kallimakhos'un aktardığı bir düşünceye göre denizcilere kuzey takım yıldızlarından Büyükayı yerine Küçükayı'ya bakarak yön bulmalarını öğütlemiştir. Aynı zamanda Mısırlılardan geometriyi öğrenip Yunanlılara tanıtmıştır. Bulduğu bazı geometri teoremleri şunlardır:

• Çap çemberi iki eşit parçaya böler.
• Bir ikizkenar üçgenin taban açıları birbirine eşittir.
• İki doğrunun kesişme noktasındaki ters açılar birbirine eşittir.
• Köşesi çember üzerinde olan ve çapı gören açı,dik açıdır.
• Tabanı ve buna komşu iki açısı verilen üçgen çizilebilir.

Thales’ten yüzyıllarca önce Sümer-Babil gökbilimcilerinin güneş ve ay tutulmaları hakkında bilgi sahibi olduğu bilinir. Thales MÖ. 585 yılında bir güneş tutulması olacağını gününü vererek bildirmiş ama ciddiye alınmamış. O gün geldiğinde Mede ve Lidya orduları savaş meydanında kapışmak üzereydiler. Ortalık kararınca şaşırıp durakaldılar. Güneş'in tutulmasını Tanrıların bir uyarısı olarak yorumladılar ve düşmanlıklarına bir son vererek barış imzaladılar. Thales’in bu başarısını şansla yorumlayanlar olduğu gibi, 18 yıl önce Mısır’da güneş tutulmasına rastladığını ve buradan hesaplayarak yeni tutulmayı tahmin edebildiği de söylenir. Tarihçi Aestus'a göre ise güneş ve ay tutulmalarının nedenini ilk olarak o göstermiştir.Topraksı nitelikteki ay, doğru çizgi üzerinde güneşin altında yer alınca, tutulma olayı meydana gelmektedir. Thales, ayrıca yılın süresini 365 gün olarak saptamış: güneşin (yaptığı devrin 720'de birine eşit olan) çapını ölçmüş; ekvatorun, dönencelerin ve kutup dairesinin varolduklarını bilmiştir. Bunun yanında ayın ışığının, güneşin aydınlığını yansıtmasından ileri geldiğini de söylemiştir.

Aristoteles’e göre yoksulluğundan dolayı ayıplanan Thales, filozofların isterlerse zengin olabileceklerini de kanıtlar. Kış günü olmasına rağmen o yazın bereketli geçeceğini öne sürer. Sonra da Miletus'taki bütün zeytin basmaklarını muhtemelen birinden borç alarak satın almış ve hasat umduğu gibi çıkınca büyük bir servet yapmıştır.

Platon, Thales'in bir gün yıldızları inceleyerek yürürken kuyuya düşüşüne dair bir hikaye anlatır. Güzel bir hizmetçi kız filozofun çığlıklarını duyup kuyudan çıkmasına yardım etmiştir; fakat Thales'e "" Daha sen bastığın yeri bile göremezken,nasıl olur da gökyüzünde olup bitenleri görebilirsin?" diye alay etmeyi de ihmal etmemiştir. Thales her zaman aval aval gökyüzüne bakarak dolaşan bir adam olmadığı, kuyuların düşülmeyecek ölçüde dar olduğu ve çevresinin çemberle yükseltilmiş olduğu bilgisinden hareketle bu hikayenin asılsız olduğu düşüncesi hakimdir.

Thales, aynı zamanda iyi bir siyasetçidir. Örneğin, İonya'nın Yunan kent-devletlerinin yöneticilerine; genişlemeci düşmanları Lidya'dan kurtulmanın tek yolu olarak siyasi bir birlik kurmalarını ve tek meclis çatısı altında birleşmelerini önermiştir. Bu bir konfederasyon düşüncesiydi ve tarihte bir ilkti. Yetkililer onu dinlemese de, aradan geçen bir asır onun önerisinin çok yerinde olduğunu kanıtlamıştır.

Günlerden bir gün Thales'e: Gel de bir mucize gösterelim sana, derler.Onu alıp dağın tepesindeki bir çoban kulübesine götürürler. Orada bir kısrağın doğurduğu aykırı bir yaratığı gösterirler: Başı, boynu, elleri bir çocuğun ki gibidir, bedeninin geri kalanı ise bir atınki gibidir. Oraya gidip de bu hali görenler başlarını çevirirler: "Böylesi bir mucize büyük felaketlerin habercisidir, tanrıların gazabını hemen yatıştırmak gerek”diye bağrışırlar. Ama Thales hiç istifini bozmaz, kısrağın sahibini bir kenara çeker. Gülümseyerek : "Sen istersen ötekilerin dediklerini yap. Ama benden sana öğüt: Kısraklarını bundan sonra bu denli genç çobanlara emanet etme.Ya da kadın bul onlara!" Kuşkusuz uydurma olan bu öykünün, Thales'in Yunan düşüncesindeki rolünü ve yerini bir imge ile çok iyi anlatmak gibi bir yanı vardır: O bu işte tanrıların eli olduğunu düşünmek yerine, sorunun akılcı bir açıklamasını yapmağa çalışmaktadır. Bu açıklamanın yanlış olmasının bir önemi yoktur. Önemli olan anormal bir olay karşısında doğaüstü güçler aramak yerine bilimsel nedenler aramaya yönelmektir.

Thales, Mısır’a gittiğinde tanrı Amon'un başrahibiyle ve firavun Amasis'le birlikte Büyük Piramid'i seyrediyormuş. Başrahip hükümdarının huzurunda bir yabancıyı güç duruma düşüreceğini düşünerek pek sevinmiş: "Bilin bakalım, bu piramidin yüksekliği ne kadar?" diye sorarak meydan okumuş. Thales asasını alıp tam piramidin gölgesinin bittiği yerde kumun içine dikmiş. Bunu yaptıktan sonra asayı, asanın gölgesinin uzunluğunu ölçmüş. Sonra bir taş parçasının üzerine yaptığı basit bir hesap işlemi, anıtın yüksekliğini meydana çıkarmış, 280 dirsek. Firavun bu bu hesaba çok şaşırmış.

Böylece Thales kendi adını taşıyan teoremi yani geometrik orantılar ilkesini bulmuş. Bu ilkeye göre Pareleller homolog orantılı doğru parçalarını iki sekant üzerinde keserler. Piramidin durumunda paraleller güneşin ışınlarıydı. Sekantlar ise sırasıyla asadan ve piramidin yüksekliğinden geçen çekül doğrultularıydı. Eldeki dört veriden ilk üçü (asanın gölgesi, piramidin gölgesi, asanın yüksekliği) bilinmekteydi: Orantıların sırrı sayesinde dördüncüsü de kolaylıkla bulunabildi.

Thales başka durumlarda da beceri göstermeyi bilmiş bu da onun zaman zaman ve yanlışlıkla," mühendis" olduğu kanısını uyandırmıştır Ayrıntıları iyice bilinmeyen koşullar yüzünden Krezüs, her zamanki düşmanları olan Medyalılara savaş açmış,Thales de onun genel karargahına gitmiştir. Ordu, suları kabaran Halys nehrinin kıyısına gelince durmak zorunda kalmıştır. Ama Thales bu soruna bir çözüm bulacaktır; Bulduğu yöntem çok ustacadır. Orduya ırmağın kıyısında kamp kurdurur, sonra nehrin yatağını değiştirmek üzere, kampın ardında bir kanal kazdırır .Son set de açılınca sular yeni yatağa dolar, dolayısıyla ordunun gerisinden akıp gider,ordu da ayaklarını bile ıslatmaksızın eski nehir yatağından karşı kıyıya geçer.

Bir tartışma sırasında :Ölümün yaşamdan hiçbir farkı yoktur" der.Tartışanlardan biri sorar: Neye yaşamı seçtin öyleyse? Thales'in yanıtı şudur: İkisi arasında hiçbir fark yoktu da ondan.Yine onun bilgece yanıtlarını dinleyelim:

- En eski olan nedir?
" Tanrı'dır ,başlangıcı yoktur çünkü"
- Ya en güzel şey?
" Dünya, Tanrı'nın işidir o çünkü "
- Ya en büyük şey?
" Uzay, herşeyi içerir çünkü"
- Ya en hızlı şey?
" Düşünce, her yere atılır çünkü"
- Ya en güçlü şey?
" Zorunluluk, herşeye boyun eğdirir çünkü"
- Ya en bilge şey?
" Zaman, herşeyi öğrenip meydana çıkarır çünkü"
- Ya en yaygın şey?
" Umut, hiç bir şeyi olmayan kimselerde bile kalır çünkü"
- Ya en yararlı şey?
" Erdem, herşeyi iyi kullandırır çünkü"
- Ya en zararlı şey?
" Kötülük, herşeyi bozar çünkü"

En güç şeyin kendini tanımak, en kolay şeyin başkasına öğüt vermek, az görülen şeyin zorba bir hükümdarın yaşlanmışı, mutsuzluğa kolayca katlanmanın çaresinin daha mutsuz düşmanlarının hallerine bakmak, erdemle yaşamanın çaresinin başkalarında görüp ayıpladığımız şeyleri yapmamak olduğunu söylemiş, mutlu olmanın sağlıklı, varlıklı ve yürekli olmaktan geçtiğini, güzelliğin fiziksel değil, karakter güzelliği olduğunu da eklemiş.

Thales'in birçok peygamberden çok daha fazlasını bildiğini, söylediğini görmekteyiz. Bir filozofun isterse zengin olabileceğini kanıtlamış. İsteseydi büyük bir peygamber olacağını da kanıtlayabilirdi mutlaka. Ama filozofları peygamberlerden ayıran en önemli fark, bilimcilikleri ve karakteristik yapılarıdır.

THALES'IN ÖLÜMÜ

Sizler, doksan koloni kuran
Miletoslu gemiciler,
açın yüreklerinizi,
susun ve dinleyin,
sizler,
ün salmış kişileri
bütün Akdeniz' in!
Sarılın küreklere,
hemen düşün yola
ve bütün yelkenler fora!
Biriniz önce Sinop' a
ordan da Pantikapaion' a,
ikinciniz İtalya' ya,
Sibaris ve Sirakusa' ya,
üçüncünüz çevirsin rotayı dosdoğru Mısır' a,
Nil Deltası'nda kurduğumuz
Naukratis' te oturan
dostlarımıza!
Vermek için tümüne
acı haberimizi:
Dört gün önce yitirdik
büyük Thales'imizi...
Ve siz tüccarlar,
kentimizle yalnız mal değil,
kültür alışverişi de yapan,
bizler gibi doğruya
ve gerçeğe tapan
doğunun saygın kişileri!
Sürün kervanlarınızı
dağlarla kaplı derinliklerine
Anadolu' nun,
yılmadan güçlüklerinden
hiçbir yolun,
ister Fırat ve Dicle üzerinden,
ister kıyıdan atlı ya da yaya varmak için
Pers Kralı' nın
oturduğu başkent Susa' ya!
Bildirin ordaki dostlarımıza
acı haberimizi:
Dört gün önce yitirdik
büyük Thales'imizi...
Zeytinin bol olacağını
daha kışın gören,
güneşin tutulacağı günü
çok önceden bilen,
gölgesinden piramidin
yüksekliğini ölçen büyük matematikçi,
astronom ve fizikçi,
derin filozof
ve yeryüzünün
en bilge kişisi
Thales'imizi yitirdik.
O öldü, yakıldı ve gömüldü,
biz ise irkildik.
Yas tutarak tam üç gün
onu dün sessiz dillerimiz,
titreyen ellerimiz
ve dik başlarımızın
üstünde taşıyarak
Miletos' un en yüksek tepesinde
yığdığımız odunların üstüne yatırdık.
Saygıyla bütün bedenini yağladık,
güzel kokular ve çiçeklerle bezedik
sonra karşısında
el bağladık
ve uzun uzun ağladık.
Çıkan alevlerle ününü
yıldızlara yolladık,
arta kalan külünü
bir vazoda topladık
ve Lade Adası'nın açıklarındaki
en derin mavi sularına bıraktık
uçsuz bucaksız Ege' nin
geri vererek onu
ilk neden dediği
o tanrısal SU' ya.
her şeyin çıkıp da
yine geri döndüğü
yaşam saçan kaynağa...
Anası Fenikeli,
babası Karyalı'ydı,
ama o,
Miletos yurttaşı,
İyonya diliyle okur yazar,
tam bir İyonya'lıydı.
İşte bu açıdan kentimiz
Ephesos' la birlikte
Helen dünyasında tektir,
insanların birleşmesine,
kültürlerin kaynaşmasına
en güzel örnektir.
Örneğin
Atina ve Sparta' da gördüğümüz
hep ilkel,
savaşçı ve ırkçı olan
bir sosyal yapıdır,
ama Miletos' taki
gelişmiş, barışçı
ve dört yönde
bütün ırklara açık
evrensel bir kapıdır.
Evet,
kadınlarımız
Atina' da güzellikleriyle ünlü,
ama çoğu,
onların erkeklerinden
daha kültürlü.
Ustamız öldü ama,
insanlarımız bilgiye doyamıyor
susuzluğa, kanamadı, kanamaz!
Kurduğumuz uygarlık kapısı
hergün daha çok açılıyor,
hiç kapanmadı, kapanamaz!
İşte,
daha bugünden
duyuluyor adımlarının sesi,
ak mermerli sokaklarında Miletos'un
ak giysiler içinde yürüyen Anaximandros'un,
götürerek yanında
- şaşkın gözleri,
kesik nefesi
coşkuyla kendini dinleyen, derin düşünceli,
pırıl pırıl genç Anaximenes' i.
Ölçercesine evrenin
başını ve sonunu anlatıyor ona
sonsuzluk kavramı âpeiron'u.
Ama öğrencisi,
Thales'i bile aşmak istercesine,
ilk neden SU'yun yerine
daha canlı neden HAVA' yı koyuyor
ve kafasında gerçeğin dibini oyuyor:
"Doğa ölü durumların değil,
canlı süreçlerin
canlı birlik içinde
toplamıdır,
nicelikteki
seyrelme ve yoğunlaşmadan
hep yeni nitelikler
oluşur"
diyor.
Ve böylece Miletos' ta
ulu bir güneşin sönüşünden
iki ulu güneş birden doğuyor,
ve ilk felsefe okulu
İyonya' da kuruluyor.
Ustamızı çok sevdik,
ama onu aşacağız,
bilgiyle dolup taşıp
hep gerçeğe koşacağız.
Ey, korku tanımaz denizciler,
en içten başarı dileklerimiz size,
açılın gemilerinizle
Ak- ve Karadeniz' e!
Ama yelkenleriniz
kara değil, ak olsun!
İyonya'dan
fışkıran
kültür ışınlarından
yüreklere yas ve tasa değil,
doğa sevgisi
ve yaşam sevinci dolsun!
Hiç yenilmeden güçlüklere
yayılsın durmadan her yere
yedi bilgenin
en bilgesi
Thales'imizin felsefesi,
Miletos' ta doğan
ve dipsiz dinsel inançların
karanlığını
ışığıyla boğan
aklın yüce melodisi
ve onu yaratan
doğanın derin armonisi!

Dinçer Yıldız


HİPOKRAT Andı'ndan çorbaya düşen sineğin kanadına

Mikroplar, bakteriler, bulaşıcı hastalıklar ve hastalıkların tedavisi ile ilaçlar konusunda 7. yüzyılda yazılmış Kur’an’da tek kelime geçmez. Hadislerde de erken dönem İslam’ında hastalıklarla ilgili konularda bir bilgiye ve uygulamaya rastlanmaz, bulaşıcı hastalığın reddedildiği görülür. Çorba kasesine düşen sineğin zarar vermemesi için diğer kanadının da çorbaya batırılması hadisi ise ilginçtir.Tıbbın, biyolojinin tarihçesine baktığımızda ise İslam’dan binlerce yıl önce büyük gelişmelere şahit oluruz.

Eski Mısırlılar döneminde (MÖ. 3400-2450), yağmur sularını toplamak ve lağım sularını akıtmak için kanallar, arklar ve borular yapılmıştır. Eski krallık devresinde başlayan bu tür çalışmalara yeni krallıklar döneminde de (MÖ. 1580-1200) devam edildiğine rastlanılmaktadır. Bu tarihlerde bazı sağlık kurallarının konulduğu ve bunlara titizlikle uyulduğu papirüslerden anlaşılmaktadır. En eski papirüs olan Kuhn papirüs 'ünde (MÖ. 1900) köpeklerdeki paraziter hastalıklardan ve muhtemelen, sığırlardaki sığır vebasından bahsedilmektedir. Bunların sağaltımı için hayvanların kendi hallerine bırakılması ve tütsü edilmeleri önerilmektedir. Smith papirüs 'ünde (MÖ.1700) yaraların sağaltımında taze etin, ve hemorajilerde koterizasyonun kullanılabileceğine dair bilgiler bulunmaktadır. Bu papirus, o devirlere ait bazı önemli tıbbi bilgiler de vermektedir. Heredot 'un eserlerinde, Mısırlıların tuzu antiseptik olarak kullandıkları belirtilmektedir.

Babil döneminde (MÖ. 768-626), sağlık kurallarına dikkat edildiği, hastalıkları önlemek ve sağaltmak için bazı ilaçların kullanıldığı, bu konulara değinen 800'den fazla tabletten anlaşılmaktadır.

Hindularda büyük kral Asoka (MÖ. 269-232) zamanında hayvan hastanelerinin kurulduğu ve tarihi yazılarda tedavi ile ilişkili bazı bilgilerin bulunduğu açıklanmıştır. Hindistan ve Seylan'da MS. 368'de, hastanelerin kurulduğu belirtilmektedir. Sustrata (MS. 500) doğal ve doğa üstü olarak 120 hastalık bildirilmiştir. Bu dönemde, malaryanın sinekler tarafından bulaştırıldığı bilinmekte ve farelerin de vebadan öldüklerinde evlerin terk edilmesi gereğine dikkat çekilmektedir. Sustrata, bunların yanısıra, çocuk bakım ve hijyenine ait bilgiler de vermektedir. Sacteya adlı sanskritte de insanları çiçeğe karşı aşılamada kullanılan yöntemler bildirilmektedir.

Eski Çin Medeniyeti (MÖ. 3000-2000) döneminde yazılan "Materia Medika" adlı kitapta kan dolaşımına ait bilgiler verilmekte, dolaşımın kanın kontrolünde yapıldığı, kanın sürekli ve günde bir defa dolaştığı bildirilmektedir. Ayrıca, kitapta, akupunktur ve nabız hakkında da bazı bilgilere yer verilmiştir. Bu dönemde, Çin'de frengi, gonore ve çiçek hastalıkları bilinmekte ve bunlara karşı bazı önlemlerin de alınmakta olduğu belirtilmektedir. Milattan Sonra 2. asırda haşhaşın ağrı kesici olarak kullanıldığı da zannedilmektedir. Wong Too (MS. 752), insan ve hayvanlarda rastlanılan hastalıklar ve bunların sağaltım yöntemlerini "Dış Alemlerin Sırları" adlı eserinde 40 bölümlük bir yazıda toplamıştır. Konfüçyüs (MÖ. 571-479) döneminde kuduzun tanındığı ve bazı önlemlerin alındığı bilinmektedir. Eski Çin döneminde, hastalıkların nedeni olarak, erkek ve olumsuz unsur olan Yang ile dişi ve olumlu öğe olan Yu 'nun arasındaki düzenin bozulmasına bağlanmaktadır.

Eski Yunan’da MÖ. 1850-1400 yıllarında bazı sağlık kurallarının konulduğu, ventilasyona dikkat edildiği, ark ve kanalların açıldığı, mabetlerin ve yerleşim yerlerinin kaynak su ve ağaçlık yerlerde kurulmasına özen gösterildiği anlaşılmaktadır. Tıp ve biyoloji ile ilgili olarak yazımızda ele alacağımız örnek kişi, tababet ve tedavinin kurucusu ve tıbbın babası sayılan Hipokrat olacak.


Hipokrat (Hippocrates) İsa'dan önce 460 yılında bugün Yunanistan'a bağlı olan Kos adasında doğmuştur. Hekim Heraklides'in oğludur. Yaşadığı dönem san’atçı ve entellektüellerin ilk kez gerçeği aradıkları zamanlar olan Yunan döneminin altın çağıdır.
Dönemindeki inanışın aksine hastalıkların olağanüstü güçlerden ve tanrıların gazabından kaynaklandığına inanmamış, her hastalığının fiziksel ve gerçekçi bir açıklaması olduğunu düşünmüştür. Çalışmalarını gözlemler üzerine oturtmuş, tıbbı bilim ve san’at haline getirmiştir.

Hipokrat, zatürree ve çocuklardaki sara hastalığının belirtilerini ilk tanımlayan hekimdir. Yine düşünce ve duyguların kalpten değil, beyinden kaynaklandığı bilgisini ortaya koyan ilk kişidir.

Halk sağlığı ve hastalıkları konusunda 7 cilt kitap yazmış ve bunlarda sıtma, lekeli humma, çiçek, veba, sara ve akciğer veremine ait bilgilere yer vermiştir. Tıp alanına deneysel yöntem, gözlem ve araştırma prensiplerini getirmiş olan Hipokrat, hastalıkları vücüdun vital sıvılarındaki bozukluklara bağlamış ve hastalıkları akut, kronik, epidemik ve endemik olarak sınıflandırmıştır. Ayrıca, yaraların sağaltımında kaynatılmış su ile irrigasyonu, operatörlerinin ellerini ve tırnaklarını temizlemelerini, yaraların etrafına bazı ilaçların sürülmesi gerektiğini de vurgulamıştır. Bilgin, hastalıkların topraktan çıkan fena hava ile su, yıldız, rüzgarların yönü ve mevsimlerin etkisiyle oluştuğuna da inanmıştır (miasmatik teori). Hipokrat, aynı zamanda, 4 element (ateş, hava, su, toprak), 4 kalite (sıcak, soğuk, nem, kuru) ve vücudun 4 sıvısı (kan, mukus, sarı safra, siyah safra) üzerinde de bilgiler vermiş, bunları ve birbirleri ile olan ilişkilerini açıklayan görüşler getirmiştir. Senenin çeşitli mevsimlerinde ısının ve nemin değişmesinin hastalıkların çıkışında önemli rol oynadığını da savunmuştur.

San’atını icra etmek üzere tüm Yunanistan’ı dolaşmış, Kos adasında bir tıp okulu kurup düşüncelerini öğretmiştir. Öğretisi genelde etik (ahlaki değerler) ağırlıklıdır. Bu etik boyut, Hipokrat andında da açıkça görülmektedir.

Bilimsel tıbbın kurucusu olan büyük hekim MÖ 377 yılında ölmüştür. Yetmişi bulan çalışmaları daha sonra kitap haline getirilmiş ve 18.yüzyıla kadar tıpta klasik kitap olarak 20 asırdan uzun bir süre kullanılmıştır.

2400 yıldan beri mesleğe adım atan tüm hekimlerin değişik şekillerini okuduğu Hipokrat Yemini; sanılanın aksine Hipokrat’ın bizzat kendisi tarafından değil, büyük olasılıkla oğlu veya öğrencilerinden biri tarafından İsa'dan önce 5. yüzyılda yazıya dökülmüştür.

HİPOKRAT ANDI

Hekim Apollon Aesculapions, hygia panacea ve bütün Tanrı ve Tanrıçalar adına.
And içerim, onları tanık ve şahit tutarım ki, bu andımı ve verdiğim sözü gücüm kuvvetim yettiği kadar yerine getireceğim.
Bu san’atta hocamı, babam gibi tanıyacağım, rızkımı onunla paylaşacağım. Paraya ihtiyacı olursa kesemi onunla bölüşeceğim. Öğrenmek istedikleri takdirde onun çocuklarına bu san’atı bir ücret veya senet almaksızın öğreteceğim.
Reçetelerin örneklerini, ağızdan bilgileri şifahi malumatı ve başka dersleri evlatlarıma, hocamın çocuklarına ve hekim andı içenlere öğreteceğim. Bunlardan başka bir kimseye öğretmeyeceğim.
Gücüm yettiği kadar tedavimi hiç bir vakit kötülük için değil yardım için kullanacağım.
Benden ağı (zehir) isteyene onu vermeyeceğim gibi, böyle bir hareket tarzını bile tavsiye etmeyeceğim.
Bunun gibi bir gebe kadına çocuk düşürmesi için ilaç vermeyeceğim. Fakat hayatımı, san’atımı tertemiz bir şekilde kullanacağım.
Bıçağımı mesanesinde taş olan muzdariplerde bile kullanmayacağım. Bunun için yerimi ehline terk edeceğim.
Hangi eve girersem gireyim, hastaya yardım için gireceğim. Kasıtlı olan bütün kötülüklerden kaçınacağım.
İster hür ister köle olsun, erkek ve kadınların vücudunu kötüye kullanmaktan sakınacağım. Gerek san’atımın icrası sırasında, gerek san’atımın dışında insanlarla ilişkideyken etrafımda olup bitenleri, görüp işittiklerimi bir sır olarak saklayacağım ve kimseye açmayacağım.
Bu andımı tuttuğum sürece, hayatım ve san’atımın icraası bana mutluluk versin, tüm insanlar tarafından her zaman saygı göreyim, eğer yeminimden dönersem bunun zıddı bana az gelsin.











6 Mart 2009 Cuma

PUTPEREST İBADETLERİ

Putperestlik, Farsça kökenli bir sözcük olan "put" sözcüğünden türemiştir.
TDK'ye göre put sözcüğünün tanımı şöyledir:

"Bazı ilkel toplumlarda doğaüstü güç ve etkisi olduğuna inanılan canlı veya cansız nesne, tapıncak, sanem, fetiş."

Buradan yola çıkarak putperestlik tanımını:
Doğaüstü güç ve etkisi olduğuna inanılan canlı veya cansız nesne tapımı.olarak yapabiliriz. Putperestlik farklı şekillerde tanımlandığı ve farklı çeşitleri olduğu gibi aynı zamanda paganizm ile denk biçimde kullanılmıştır. Fakat paganizm ve putperestlik farklı anlamları içerir.

Paganizm, Latince paganus yani kırsal sözcüğünden türemiştir. Roma dönemi şehirlerde yayılan Hristiyanlığın köylüleri etkileyememesinden dolayı Hristiyanlık dışında kalan inançlar pagan olarak adlandırılmıştır. Günümüzde İbrahimi dinlerin, diğer inançlara verdiği genel isim olup politeizmi, çok tanrıcılığı ve putperestliği kapsar.
Bu başlık altında paganizm ve putperestliğe ait ibadet ve tapınma şekillerini ele alacağız.
1- Ayinler
2- Namaz
3- Oruç
4- Hac ve Tavaf
5- Kurban ve Adak
6- Sünnet
7- Takı, tütsü ve büyüler
8- Telbiyeler, İlahiler, şiirler
9- Sembol ve dövmeler

1- Ayinler:

Kutsal ve özel günlerde genellikle mabetlerde toplanan putperestler geleneklerine göre çeşitli gösterilerde bulunur, ilahiler söyler, toplu ritüeller yaparlar. Ateş üzerinden atlama ya da ateş üzerinde yürüme, vücutlarına şiş batırma bu gösteri örneklerindendir. Kutsal bir puta, geçmişteki kutsal saydıkları kişiden kaldığına inandıkları bir nesneye saygı gösterisinde bulunur, etrafında döner ya da koklayıp öperler. Yıllık ayinlerin dışında mevsim başlarında, özellikle ilkbahar ve sonbaharda yapılan ayinler de vardır. Belirli günlerde güneş ve ay festivalleri yapılır. Türlerine göre ayinlerde kutsal saydıkları sudan içer, kutsal saydıkları yiyecekten yerler.
Dualar eder, dileklerde bulunurlar.

Putperestlerin bu ayin adetlerinin İbrahimi dinlere de geçtiği görülmektedir. Noel kutlamaları Mitra paganlarından geçmedir. Putperest Arapların yevmül Arabu dedikleri cuma toplantıları, kandil geceleri, aşure günleri, cem ayinleri pagan kökenlidir.

2- Namaz

Putperest ibadetlerinden biri namazdır. Namaz, güneş kültünün ritüellerinden biridir ve Hint kökenli bir ibadettir. İslam öncesi Araplar da namaz kılarlardı. Günümüzde Hindular da namaz ritüellerini devam ettirirler.

Sansktitçe "Surya" güneş "Namaskara" ise selamlama veya bağlantı demektir. Böylece "Surya Namaskara" ‘güneşle bağlantı’ anlamına gelmektedir. Surya Namaskara, bedende akan güneş enerjisinin canlandırma tekniğidir.

Arap putperestlerinin namaz kıldığı Kur'an'da yazılıdır.

Enfal-35. Ve ma kane salatühüm ındel beyti illa mükaev ve tasdiyeh fe zukul azabe bi ma küntüm tekfürun

Bilindiği üzere Arapça'da "salat" namaz demektir.
Onların Kabe’deki namazları, ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir.
Küfrünüzden dolayı azabı tadın!
Namaz törenlerindeki ıslık ve alkışlar nedeniyle putperestlerin kıldığı namaz eleştiriliyor. Putperestler de günde 5 vakit namaz kılarlardı.
Bu namazlar şunlardı:

Şaharit namazı -sabah namazı
Musaf namazı - öğle namazı
Minha namazı - ikindi namazı
Neilat Şerarim namazı - akşamüstü namazı
Maarib namazı - akşam namazı

(Hayrullah örs, Musa Ve Yahudilik, s.399-405; Doç.Dr. Ali Osman Ateş, Asr-ı Saadette İslam; Şaban Kuzgun, Hz. İbrahim Ve Hanifilik, s.117; Epstein, Judaism, s.162.)

Kur'an'da geçen namaz vakit sayısı 3 olmasına rağmen 5 vakit kılınıyor olması zamanla putperest döneme dönüldüğü şüphesi taşımaktadır.
Aynı şekilde abdest de putperestlerde vardı. Cünup olunca boy abdesti alırlardı.
(İbn-i habib, Muhabber, s.319; Halebi)

3- Oruç

Güneş kültüne sahip putperestlerin ibadetlerinden biri de oruçtur. Namaz vakitlerini güneş zamanlı ayarladıkları gibi oruçlarını da güneşin doğuş ve batışına göre ayarlarlardı.

Orucun başlangıcı bile İslamiyet'teki gibi ay'a göre tespit ediliyordu. Tıpkı, bugünkü müslümanlar gibi, ay'ı görmek için gözetleme heyetleri bile kuruluyordu. (Hayrullah Örs, Musa Ve Yahudilik, s.409)

İslamiyet öncesi arap paganlarının ilginç gelenekleri vardı. Bunlar Ramazan dedikleri ayda bir ay oruç tutarlar, Mekke'ye Hacca gidip Kabe'nin etrafında yedi kez dönerler, "Kara Taş" ı ( Hacerül Esved) kutsal sayar onu öper ve günde dört veya beş vakit namaz (salat) kılarlar, şeytan taşlarlardı.
( Is Allah the Same God as The God of Bible?, M. J. Afshari, p 6, 8-9, İslam, Beliefs And Observances, Caesar E. Farah)

“Aişe anlatıyor: Islam öncesinde Kureyş, Aşure gününde oruç tutardı..”
(Buhari, e’s-Sahih, Kitabu’s Savm/1.)

Sabiilik, yıldız kültüne sahip bilinen en eski pagan dinidir. İlginçtir ki Sabiiler de 3 vakit namaz kılar ve 1 ay oruç tutarlardı. Farz orucun dışında nafile oruçlara da sahiptiler.İbn Nedim, El Fihrist, s. 442-445)

Kur'an'da önceki toplumlarda da orucun olduğu yazılıdır:

Bakara-183. Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç, size de yazıldı (farz kılındı). Umulur ki sakınırsınız.

Eski Çağ dinlerinde, özellikle, rahiplerin Tanrılara yakınlaşmaya hazır olmalarını sağlamaya yarayan bir yoldu. Helenistik Dönemin inançlarına göre, Tanrılar bir takım kutsal öğretileri ancak oruç tutan kişilere vahiy yoluyla gönderirlerdi. Bazı eski kültürlerde ise oruç, öfkelenen Tanrıları teskin etme gibi amaçlara yönelikti. Sibirya Tungu şamanları ise, ruhlarla ilişki kurabilmek için oruç tutarlardı.

Bütün dinlerde, belirli zamanlarda oruç tutma geleneği vardır. Budha rahipleri, gene belirlenmiş günlerde oruç tutarak günahlarını itiraf ederek, arınacaklarına inanırlar. Hindistan’da Sadhular gene günahlarından arınmak için oruç tutarlar. Çin’de göksel Yang ilkesinin başlamasından önce belirli bir süre oruç tutulur.

4- Hac ve Tavaf

Önce Diyanet forumdan bir alıntı yapalım:

ÇEŞİTLİ DİNLERDE HAC

Hac ibadeti pek çok toplumda bulunmaktadır. Japonlar, ataları Güneş'in, bir gün, hâlen kendilerinin üzerinde ikamet ettikleri adaya inip çevrede dolaştıktan sonra tekrar göğe hareket etmiş olduğunu düşünürler. Atalarının kendilerine bahşetmiş olduğu bu şerefin hatırası olarak Japonlar, yaya olarak aynı güzergâhı izlerler ve bu onların haccı olmaktadır.

Hindistan'ın Hinduları başka bir hac telakkisine sahiptirler. Tanrı görülmediğinden, O'na tazimde bulunmak için ilâhî yaratıcı gücün en büyük tezahürlerinin ortaya çıkmış olduğu yerleri, ziyaret etmek gerekir. Ganj, en önemli nehirdir, tâ Himalayalardan Bengal Körfezi'ne kadar kıtayı sular ve hattâ denize açıldığı bir kayadan çıkan Ganj'ın kaynağını ziyaret etmek için yolculuk yapmak Hinduların en önemli haccıdır. Ganj, Alfahabad yakınında, diğer bir büyük nehir olan Jumma ile birleşir ve bu birleşme yerinde bilhassa ay ve güneşin tutulmaları gibi özellikle önemli vakitlerde yıkanmak da, Hindu dininin en büyük haclarından biridir.

Gotama Buda, kendi dinin vahyini bir yabani incir ağacı altında almış olmakla meşhurdur. Önce bu ağacı, sonra da bu kutsal ağacın eskiden varolduğu yeri ziyaret etmek Budistlere göre haccın konusunu oluşturmuştur ve oluşturmaya devam etmektedir. Bir dinin ermiş kurucusunun doğum yeri, onun defnedildiği yer, bir mu'cizenin meydana geldiği yer, çeşitli toplumlara göre yeryüzünün farklı bölgelerinde hac yapılmasının sebeplerini oluştururlar.

İslam öncesi Araplar'da Kabe putperestlerin en kutsal mabediydi ve bölge halklarının hac mekanıydı. Kabe eldeki kanıtlara göre İbrahim peygamber tarafından yapılmamıştır, yaklaşık MÖ800 lü yıllarda yapıldığı bilinmektedir. Ayrıca Kabe hiçbir zaman yahudiler ve hristiyanlar tarafından kutsal sayılmamıştır. Tevrat ve İncil'de Kabe ile ilgili tek bir ayet dahi olmaması bunu kanıtlamaktadır. Kabe MÖ 800 lü yıllardan sonra putperestler tarafından "Allah'ın evi" olarak anılmaya başlanmıştır.
(A Guide to the contents of Quran Faruq Sherif, Reading, 1995, pgs. 21-22., Muslim)

Putperestler Kabe etrafında 7 kez tavaf yaparlardı. Kureyş dışından gelen Bedevi putperestler tavafı çıplak olarak yaparlardı. Putları ziyaret, Hacerül Esved taşına el sürme ve öpme, Safa ve Merve tepeleri arasında gidip gelme, şeytan taşlama hac ibadetinin en önemli ritüellerindendi.

Putperestlerin hac sırasında hep bir ağızdan yaptıkları telbiye de aynen şöyleydi:

Lebbeyk allahümme lebbeyk.
La şerike leke illa şerikun huve lek.
Temlikuhu ve ma-melek

5- Kurban ve Adak

Kurban Hinduizm'de çok önemli bir yere sahiptir. Tanrılara sunulan her şey kurbandır. Hinduizm'de yaygın olan kansız kurbanlardır. Ancak yaz ve kış gün dönümleri münasebetiyle kanlı kurbanların da Tanrılar'a sunulduğunu görmekteyiz. Bu kanlı kurbanların en büyüğü ve özel bir tören gerektireni "Soma "kurbanıdır. Soma'da keçi ve inek gibi hayvanlar kurban edilir.

Tanrıların öfkelerini teskin etmek maksadıyla sunulan bu kurbanların yanında özel hediyeler de Tanrılar'a sunulmuştur.Hinduizm'de sunaklarda en iyi hayvanların kurban edilmesi ve etlerinin iyi kısımlarının yine burada bulanan ateşlerde yakılma geleneği vardır. Hinduizm'in bir özelliği de ölmüş kişiler için kurban kesme şartını getirmiş olmasıdır.
Hinduizm'e göre, ölüler kurbansız aç kalırlarmış.

Eski çağlarda insan kurban edilmesi, bir nevi temizlenme ve sihir vasıtasıydı. Ailenin ilk çocuğu Tanrı'ya ait kabul edilir ve kurban edilmesi gerekirdi. Mısırlılar ise köpek başlı olarak tasvir ettikleri insanlara "Ani" diyorlar ve onları "Ay Tanrısı"na kurban olarak sunuyorlardı.

M. Eliade, Anadolu'da özellikle ilk çağlarda hasat mevsimi dolayısıyla yapılan insan kurbanı ve kafa kesme ayinlerine örnek olarak Frigyalılar'ı ele alır. Frigyalıların yüzyıllar önce hasat zamanında insanları, başlarını kesmek suretiyle kurban ettiklerini, hatta elde mevcut delillere göre, o zamanlar bu âdetin Doğu Akdeniz'in her tarafında yaygın olduğunu kaydetmektedir.

İslam öncesi Arapların da eski dönemlerde Sabah Yıldızı'na daha doğmadan büyük bir acele ile insan ve beyaz deve kurban ettikleri, yine önemli putlardan Uzza'ya oğlanlarla, kızların ve esirlerin de kurban edildikleri ileri sürülmektedir. Yakın dönemde ise insandan vazgeçilmiş, hayvan kurbanına geçilmişti.

Putlara özel kurban kestikleri gibi genelde Safa ve Merve tepelerine dikilmiş kayadan putlara kurban keserlerdi. Bu kayaların bir İsaf diğeri Naile adlı puttu. İsaf ve Naile iki sevgiliydi ve Kabe’nin kutsallığını kirlettikleri için öldürülmüş, daha sonra efsaneleşerek kutsallaştırılmışlardı.

Araplar, putlara adak da adarlardı. Dilekleri gerçekleştiğinde, önemli işlerinde ve uzun seyahatlerinde adak keserlerdi. Adaklarının çoğu da ilk çocuklarının erkek olması içindi.

6- Sünnet


Sünnet, yazılı tarihten önce başlamıştır. Antropologlar sünnetin başlangıcı hakkında görüş birliğine varamamıştır. Sünnetin tarihini M.Ö. 15.000 yıllarındaki taş devrine kadar götürenler varsa da antropolog Ashley Montagu’nun da savunduğu gibi 6.000 yıl önce antik Mısır’da sünnetin varolduğu kesinleşmiştir. Eski mısır piramitlerinde bulanan bazı mumyaların sünnetli oldukları görülmüştür. Tarih boyunca mısırlılar, Yahudiler ve Babillilerin sünnet adetine sahip oldukları tespit edilmiştir.

Sünnet pagan geleneğinin tek tanrılı dinlere uzantısıdır.
İslam öncesi putperestler de sünnet adetine sahiptiler. Putperest Araplarda hem kadın hem de erkekler sünnet edilirdi. Erkeğin sünneti için "hıtan" kadınların sünneti için "hafd" kelimesini kullanmaktaydılar. Ancak "el-hıtanan" ifadesi sünnet edilen yer anlamına hem kadın hem erkek için müşterek kullanılırdı.
Hadislerde Muhammed’in, halifelerin ve ashabın sünnetinden bahsedilmemesi, onların zaten putperest adeti gereğince sünnetli olduklarını gösterir.


Kadın sünneti sadece putperest Araplarda değil, eski Mısırlılarda da mevcuttu. Mısır’da yapılan arkeolojik kazılarda bulunan bazı kadın mumyalarının sünnetli olduğu belirlenmiş, kadın sünnetinin nasıl yapıldığı M.Ö 1600’lü yıllardan kalan duvar resimlerinde detaylı bir şekilde tasvir edilmiştir. Bu, kadın sünneti geleneğinin kökeninin çok eski çağlara dayandığının göstergesidir ve sünnet geleneğinin tarihinin tek tanrılı dinlerden daha eski olduğunu, asıl olarak bir pagan geleneği olduğunu, tek tanrılı dinlere pagan toplumlardan geçtiğini gösterir.

BM istatistiklerine göre bugün dünyada 130 milyon kadın ve kız çocuğu sünnetli.
Kadın sünneti esas olarak, Afrika kıtasının orta şeridinde yer alan 30 Afrika ülkesinde uygulanıyor. Bu bölgedeki kadınların neredeyse tamamı sünnetli.
Sünnetsiz kadınlar aşağılanıyor, pis ve fahişe olarak suçlanıyor. Umman, Yemen, Birleşik Arap Emirliği’nde, Endonezya ve Malezya’nın bazı bölgelerinde, Kuzey Irak’ta bazı Kürt bölgelerinde yaşayan kadınlar arasında da daha az oranlarda olmakla beraber sünnet geleneği yaşatılmakta. Bunların içinde Müslüman, Yahudi ve Hristiyanlarla birlikte çok tanrılı din inanırları da var.


Tıpta erkek sünnetinin az da olsa bir yararına değinilse dahi kadın sünnetinin hiçbir yararı olmadığı, kadının cinsel isteğini öldürdüğü, ölüm ve yaralanmalara neden olduğu biliniyor. Buna rağmen bu ilkel, çağdışı adet ısrarla sürdürülmekte, hem de Allah’a, ilahlara dayandırılarak.

7- Takı, tütsü ve büyüler

Putperest toplumlarda şans, uğur ve hayır getirmesi için birtakım taş ve takılar kullanmak adettendi. Kendilerini kötü ruhlardan, cinlerden, nazardan koruması için çeşitli nesneleri vücutlarına, boyunlarına takar ya da üzerlerinde taşırlardı.

Büyü günümüzde de süregelen ilk çağ pagan ritüellerinden biridir. Sıradan insanlarda bulunmayan gizli bir gücün sahibi olmak, düşmanlarını, rakiplerini altetmek, aşk ve cinsellikle ilgili isteklerine kavuşmak amacıyla çok çeşitli büyü yöntemleri uygulanırdı.

Tütsü ise arınma, temizlenme, kötü ruhları ve cinleri kovma amacıyla paganların okült seremonilerinde, Antik Yunan'da, Hitit Uygarlığı'nda, Babil'de, Firavunlar dönemi Mısır'ında, Roma İmparatorluğu'nda, Hindistan, Tibet ve Japonya'da çok eski zamanlardan beri kullanılmaktadır.

Tek tanrılı dinlerde bunlar yasaklanmış ve günah sayılmışsa da değişik versiyonlarla sürdürüldüğü bir gerçektir. Örneğin muskalar, ayet yazılı kağıtların evlere, arabalara asılması, hastalığa ve nazara karşı okuyup üfleme, nazar boncukları, mum yakma vb.

8- Telbiyeler, İlahiler, şiirler

Putperest toplumlar ayinlerinde telbiyeler, ilahiler söylenirdi.
Cenaze törenlerinde ağıtlar yakılır, naatlar okunurdu.
Örneğin eski Mısır’da ölü evinden kadınlar sokaklara çıkar dövünerek ölüye ağıtlar söylerlerdi. İslam öncesi Araplar da telbiyeler, ilahiler, şiirler çok önemliydi.
En beğenilenleri Kabe’ye asarlar, putları için okurlardı.
İslam öncesine ait ne varsa yakılıp yokedildiği için ne yazık ki bu kültürden elde çok az bilgi kalmıştır. Bunlardan biri de “Yedi Askı” denilen şiirlerdir.

9- Sembol ve Dövmeler

Pagan inançlarda dilin sembollerle kullanılmasına yoğun olarak rastlanılır. Hemen hemen her pagan toplumda çeşitli semboller mevcuttur. Pentagram denilen beş köşeli ters yıldız en ünlüleridir.

Dövme de pagan toplumlarda sıkça kullanılan bir sembol yöntemidir. Hintliler, Japonlar, Amerika Yerlileri ve Afrika'daki bazı kabileler dövmeyi bir süs olarak yaparlarsa da pek çok toplumda dövmenin hastalıklara ve kötü ruhlara karşı koruyucu bir tılsım olarak uygulandığı, bireyin toplumdaki konumunu (köle, efendi, ergen, işçi, asker) vurgulamak için kullanıldığı bilinmektedir.

Dövme yapma geleneği hayli eskidir. İ.Ö 2000'lerde Eski Mısır toplumunda dövmenin yapıldığı mumyalardan anlaşılmıştır. Mısırlıların dışında Britonların, Galyalıların ve Trakların da dövmeleri vardı. Eski Yunanlılar ve Romalılar, "barbarlara özgü bir uğraş" saydıkları dövmeyi suçlular ile kölelere yaparlardı..

Hun kurganlarında çıkan cesetlerde son derece kıvrak çizgilerle ve dekoratif bir anlayışla yapılmış düşsel yaratıklar ve koç figürlerinden olusan dövmeler görülmektedir. Dinsel-büyüsel kaynaklı bu dövmelerin is olduğu ihtimali ve deriye şırınga edilmesi ile oluştuğu düşünülmektedir. Hunlara ait Pazırık kurganında bulunan bir başkana ait cesetten anlaşıldığı üzere Hunlarda asil ve kahraman kişilerin dövme yaptırabildiği, daha sonraları Kazak ve Kırgızlarda da devam eden bu geleneğin yine kahramanlık niteliği taşıyan bireylere uygulandığı bilinmektedir.

İlkel topluluklarda dövme yapılırken törenler düzenlenir. Dövmeyi yapan kişi birtakım dinsel ve büyüsel kuralları yerine getirmek zorundadır.

Sonuç:

Buraya kadar anlattığımız putperest adet ve ibadetleri konusunda sanırım herkes hemfikirdir. Müslümanlar da putperestlerin bu ibadetlere sahip olduğunu reddetmez. Bilmeyenler de inceleyip araştırdıklarında doğruluğunu göreceklerdir. Bunlar din derslerinde, din kitaplarında pek anlatılmadığı için sanılır ki Kur'an'da yazılı olanların tümü Muhammed peygamber tarafından getirildi. Görüyoruz ki İslam'ın ve Kur'an'ın getirdiği yeni birşey yok. Zekat ve sadakaya varana kadar hepsi putperestlerde mevcut. Putperestlerde olmayanlar da Yahudilerde var. Peygamberlik, melekler, kıyamet, ahiret, cennet, cehennem gibi..

Bu durumda putperestlikle tek tanrı dinlerindeki ortak ibadetleri nasıl açıklayacağız?
Örneğin İslam dininin ibadetleri ile İslam öncesi Arap putperestlerinin hemen hemen aynı ibadetlere sahip olmasının sebebi nedir?

Dinlerden özgür düşünenler bu durumu dinlerin evrimine bağlar. Totemizmle başlayan ilkel dinler daha sonra ruhçuluğa ve putataparlığa, çok tanrılı dinlere ve sonunda da tek tanrılı dinlere evrilmiştir. Geçiş yapan toplumların önceki inançların etkisiyle eski adet ve ibadetlerini kısmen değiştirerek de olsa sürdürdükleri görülmüştür.

İslam'ın kurucusu Muhammed'in yeni hiçbir şey getirmediği, Kur'an'da yazılı olanların tümünün putperestlerden ve Yahudilerden derleme, toplama olduğu gerçeği karşısında İslamcı görüş ve inanış:
Dinlerin evriminin doğru olmadığı, İslam'ın Adem'den itibaren varolduğu, değişik adlarla da olsa peygamberlerin daima İslam'a çağrı yaptıkları, namaz, oruç, hac, zekat, kurban, sünnet vb. ibadetlerin başından beri olduğu ancak toplumların zamanla İslam'dan saparak putlar ve ilahlar edindikleri, İslam'dan miras aldıkları ibadetleri bu putlara ve ilahlara yaptıkları şeklindedir.

Örneğin büyük çoğunluğu müslüman olan Türk toplumunun zamanla İslam'dan saptığını, putlar edindiğini ve Allah'a ilaveten ay tanrısı, güneş tanrısı vb. ilahlara taptığını ama namaz kılmaya, oruç tutmaya, hacca gitmeye, zekat vermeye, sünnet olmaya devam ettiğini düşünelim.
Bu mümkün müdür?

Ya "Tanrı denmez Allah denir" diye ısrar eden zihniyet, Allah ismi Adem'den beri var ise Sümer'de, Mısır'da, Hind'de, Çinlilerde, Türklerde, Yahudiler'de, hristiyanlarda "Allah" isminin unutulmasını ya da yokedilmesini ama Arap putperestlerince korunmasını nasıl izah edebilir?
Her toplumun kendi dilinde "Allah" a karşılık gelen bir isme sahip olduğu şeklinde mi?
Yani Eloha, Brahma gibi..
Öyleyse ne diye Tengri'ye, Tanrı'ya karşı çıkarlar?

14 Şubat 2009 Cumartesi

CEMEL OLAYI

HALİFE OSMAN'IN ÖLDÜRÜLMESİ VE CEMEL SAVAŞI


Halife Osman Dönemi Siyasal Durumu:

Halife Osman döneminin ilk 6 yılı iyi geçtiyse de, son 6 yılı başta Küfe’liler olmak üzere Medine müslümanlarının dahi tepkisini çekecek siyasal yanlışlarla doluydu.

İlk 6 yılın iyi geçmesinin nedeni ise fetihlerin iç sorunları kamufle etmesiydi. Fetihler durunca sorunlar da gün yüzüne çıktı. Bu sorunların başında halifenin Emevi ailesine, kendi akrabalarına yanlı davranması, valilik ve önemli devlet görevlerini yakınlarına vermesiydi.

Sadece Ömer’in vasiyetiyle vali yaptığı 2 kişi haricinde tüm eyaletlere kendi akrabalarından vali tayin etmişti. Emevi olmayan eyalet valilerini ya istifaya zorluyor ya azlediyor, yerine Emevi bir vali atıyordu. En fazla eleştirilen tarafı ise başa getirdiklerinin genç ve tecrübesiz oluşlarıydı. Tayin ettiği valilerden ikisi henüz 25 yaşındaydı. Bunun yanında Şam valisi Muaviye’nin yetki sınırlarını alabildiğine genişletmesi de tepki gösterilen konular arasındaydı. Bu valilerin yanlı ve yanlış yönetimleri, haksız kararları, rüşvet ve yolsuzlukları şikayetleri arttırıyor ama halife bu şikayetleri dikkate almıyordu.

Devlet görevlileri arasındaki haksız maaş farkları, fetihlerin durmasıyla birlikte ekonomik sorunların artması, zenginlerle fakirler arasındaki uçurum oluşması krizin büyümesinin faktörlerindendi.

Belâzürî, Futûh, s.564, 566, 570; a.mlf., Ensâbu’l-Eşrâf, VI, 139; Ya’kubî, II, 61; Taberî, I, 2830; İbnü’l-Esir, el-Kâmil, III, 99; Halife b. Hayyât, s.161; Zehebî, Nübelâ, II, 175.


Osman’ın çeşitli bölgelerdeki Kur’an’lar arasındaki farklardan dolayı, Ömer’in kızı Hafsa’da bulunan ilk derleme Kur’an’ı alıp, yeni 4 nüsha yaptıktan sonra bu orijinal sayılacak Kur’an’ı yakarak ortadan kaldırması söylentilere neden olmuş, yeni nüshalarda değişiklikler yapıldığı iddia edilmiştir. Ayşe’nin Ahzap suresinin çok daha uzun olduğunu söylemesiyle ve Osman’ın Kur’an’ı bozduğu rivayetleriyle muhalefet daha da şiddetlenmiştir.

Buhari, e's- Sahih, Kitabu Fedaili'l-Kuran/3
Süyuti, el İtkan, 2/32


Osman’ın tepki çeken atamalarına bir örnek verirsek Ömer’in vasiyeti ile Küfe valisi yapılan Sad bin Ebu Vakkas ı alıp yerine ana bir kardeşi Velid bin Ukbe’yi atamıştı. Velid’in içki içtiği, sarhoşken namaz kıldırdığı şikayetleri üzerine geri almak zorunda kaldı. Yerine yine akrabası Said bin el As’ı atadı.

Diğer bir örnek; Amr bin As Mısır valiliğinden alınıp yerine Abdullah bin Sad getirildi ki Hz.Osman’ın sütkardeşidir. Bu şahıs Medine’de vahiy kâtibi iken mürted olan ve peygamberin hakkında ölüm emri verdiği insandır. Hz.Osman o sıra onu evinde saklamıştı.

656 yılında muhalifler yazılı olarak şikâyetlerini Hz.Osman a ilettiler. Mektubu Hz.Osman a götüren Ammar bin Yasir Hz.Osman ve adamlarından dayak yedi.


Muhammed’in dostlarından ve sahabe tarafından çok sevilen Ebu Zer’in eleştiri ve şikayetleri Osman’a iletmesi, onun da dayak yemesine ve Şam’a ardından da Rebeze’ye sürülmesine neden olmuş, sürgünde ölmüştü.



Osman'ın Öldürülmesi:

656 yılında Kufe den 1000, Basra’dan 150, Mısırdan 2000 kişi hac bahanesiyle Medine’ye geldi. Ali’nin aracılığıyla yapılan görüşmelerde istekleri Osman tarafından kabul edildi. Mısır valiliğine Ebubekir’in oğlu Muhammed’in getirilmesi de onayları arasındaydı.

Tüm muhalifler memleketlerine doğru yola çıktılar. Mısır’a gidenler yanlarından geçen şüpheliyi durdurup sorgulayınca yanında Mısır Valisine yazılmış bir mektup buldular. Mektup Mısır’a dönenlerin öldürülmesini ve Muhammed bin Ebu Bekr’in vali atandığına dair emirnamenin geçersiz olduğunu yazıyordu. Altında da Osman’ın mührü vardı.
Mısırlılar Kufeliler ve Basralılar yarı yoldan dönüp mektubu Ali, Talha, Zubeyr ve Said bin Zeyd e gösterdiler. Bu olaydan sonra Medine’de Osman’a kamuoyu desteği sıfıra indi.


Müslümanların ileri gelenlerinden bir grup Ali ile birlikte mektup hakkında Osman’ı sorgulayınca mektubu Osman’ın genel sekreterliğini yapmakta olan amcaoğlu Mervan’ın yazdığı anlaşıldı.

Muhalifler, Mervan ı istediler ama Osman Mervan’ı vermedi.
İşler bu noktaya ulaşıldığında Talha, Zubeyr, Abdullah bin Avf ve Ali de dâhil Osman ı koruyacak kimse yoktu. Ayşe, Ali’nin tüm itirazına rağmen bu strese dayanamamaktan olsa gerek umreye gitti. Bazı önde gelenler de Filistin’e gittiler.
Muhalifler Osman’a yirmi gün süre verdiler. Bu süre sonunda düşünüp istifa etmesini söylediler. Bu yirmi gün sonlarına kadar sakin geçti. Osman’ın evinin çevresinde kendisine koruyan 500 adamı vardı.
Muhasaradan korkan Ali ve diğer önde gelenler oğullarını da kapıya bekçi koydular. Olayların sonuna kadar Ali’nin oğulları Hasan ve Hüseyin,

Zubeyr’in oğlu Abdullah ve Talha’nın oğlu Muhammed kapı da Osman’ı korumak için nöbetteydi.
Yirmi günün sonunda çatışmalar baş gösterdi. Kapısı muhaliflerce ateşe verildi. Muhalifleri durdurmaya çalışan Ali’nin oğlu Hasan bu çatışmalarda yaralandı.

Durum karışınca yapılan istişareler sonucunda Ebubekir’in oğlu Muhammed’le birkaç kişi Osman’ın evine girdi. Osman öldürüldü.

Osman’ı öldürenin Ebubekirin oğlu Muhammed olduğu bildirildi.

Ama bunu Osman’ı korumak isteyenler iftira olarak nitelerler. Halbuki Muhammed bin ebubekir, muhaliflerin lideri konumundadır.

Osman’ın cesedi kapı önüne atıldı. Gömülmesi için kimse girişimde bulunamadı. 3 gün öylece kalıp da kokuşmaya başlayınca 4-5 kişi cenazesini kaldırdı. Cenazenin Müslüman mezarlığına gömülmesine izin verilmedi. Yahudi mezarlığına gömüldü. Cenazeyi taşıyanların da taşlandığı rivayet edilir. Muaviye döneminde Müslüman mezarlığı genişletilerek Osman’ın mezarı da Baki mezarlığı sınırlarına dahil edildi.

(Taberi, Tarih, IV, 412)



Cemel Savaşı:


Osman’ın öldürülmesinden 5 gün sonra Ali halife seçildi.
Bu defa Emeviler muhalefete başladı. İsyan sırasında sessiz kalanlar, Osman’ın öldürülmesinin hesabının sorulmasını istediler. “Kanı yerde kaldı, katiline kısas yapılsın.” Diye Ali’yi sıkıştırdılar. Katilin Ebubekir’in oğlu olduğunda ısrar ettiler. Ama hakkında şahit yoktu. Peygamberin kızı olan Osman’ın eşi de suikast sırasında yanındaydı. O da katili teşhis edememişti. Şehre isyancılar hakimdi ve “Osman’ı hepimiz öldürdük” diyen bir topluluk olduğundan kimseye ceza verilememişti.

Ali halife seçildiğinde ilk iş olarak Osman zamanında atanmış olan valileri görevden Görevden alınan ve çoğu Emevi sülalesinden olan valiler, yeni halifeye tepkilerini gösterdiler.Bunun üzerine Şam Valisi Muaviye isyan bayrağını açtı. Öldürülen halifenin kanlı gömleğini Şam halkını galeyana getirmek için camide teşhir etti. Mısır Valisi görevinden ayrılarak Muaviye’nin yanına Şam’a gitti. Yemen ve Basra valileri de görevlerinden ayrılarak Osman’ın kanını talep etmek üzere Mekke’ye Ayşe’nin yanına gittiler .


Ayşe, İfk Olayında aleyhinde yer alan Ali’ye karşı olan nefreti nedeniyle Ali’nin halifeliğini kabul edemiyordu. Kendi de Osman’a muhalefet etmesine rağmen Osman’ın katillerini yakalamakta yavaş davrandığı gerekçesiyle Ali’ye karşı oldu ve kan davası gütmeye başladı. Başlangıçta Ali’ye biat eden ama valilik alamadıkları için eleştirilere başlayan Talha ve Zübeyr’i de yanına aldı ve güçlerini toplayarak Ali’nin halifeliğine fazla memnun olmayan Basra şehrine gittiler.
Basra da Ali yanlısı olanları öldürdüler, şehre tamamen hakim olup, hazine ve emniyet kuvvetlerini ele geçirdiler.


Bu isyana dair haber alan halife Ali, 656 senesi ekim ayı sonlarına doğru ordusuyla Basra'ya doğru yola çıktı. Cemel savaşı 8 aralık 656 günü Hurayba denilen yerde vukubuldu. Savaş önce şahıslar arasında cereyan etmişti. Bu ferdi savaşta, kardeş, amca, yeğen, hatta, baba-oğul karşı karşıya gelip, birbirlerini öldürdüler. Savaşın en şiddetli safhası Ayşe'nin devesi etrafında cereyan etti. 70 kişi Ayşe'yi korumakla görevliydi. Korumaları ile birlikte Ayşe’nin devesi de öldürüldü, Ayşe esir alındı. Devenin öldürülme emrinin savaşa son vermek amacıyla yapıldığı söylenir. Savaşa Cemel Savaşı denmesinin nedeni bu deve etrafında geçen çatışma safhası nedeniyledir.

Savaşı Ali kazanmış ama her iki taraf da büyük kayıp vermişti. Tarihçiler Ali’nin tarafından beşbin, Ayşe’nin tarafından da beşbin müslümanın öldüğü yazar. Zübeyr ve Talha da öldürülenler arasındaydı.

Kaynaklar:

Sahih-i Buhari (M.810-869), c.12, sa.219, D.İ.B.Y.
Taberi, (M.839-923), Tarih-i Taberi, c.3, sa.173-187 E.O.Y.
İbnü’l-Esir (M.1160-1234), El-Kamil, c.3, sa.209-267 B.Y.
İslam ansiklopedisi, Leyden tabı ma.Aişe M.E.B.Y.
Neşet Çağatay, Başlangıçtan Abbasilere Kadar İslam Tarihi,

11 Şubat 2009 Çarşamba

İRTİDAD OLAYI


DİNDEN DÖNME VE RİDDE SAVAŞLARI:

İrtidad, Arapça «Redd» kökünden gelen bir sözcüktür. Lûgattaki anlamı, dönmek demektir. İslâm Literatürüne dinden dönmek, yani İslâm'dan bilinçli bir şekilde çıkmak anlamına gelen bir terim olarak geçmiştir.

İrtidâd eden kimseye, yani bilerek, düşünerek, ve karar vererek İslâm'dan çıktığını söyleyen; ya da buna ilişkin kanıtlayıcı bir tavır gösteren erkeğe mürted, kadına da mürtedde denir.

İrtidad ve riddet aynı anlamı taşır.
Daru’r-Ridde, dinden dönenlerin ülkesi, dar-ı harb İslam olmayanların ülkesi, darü’l İslam ise İslam ülkesi demektir. Dar-ı İslam’ın dar-ı harb’i İslam’a zorlaması, ya İslamiyeti kabul etmesi ya da cizye-haraç vermesi beklenir. Kabul etmeyen ülke düşman görülür ve bu gibi ülkelerle harb hali var sayılır. Zamanı gelince de savaşılarak o ülke fetholunur.
Bu, peygamber ve 4 halife döneminden itibaren böyledir, böyle uygulanmıştır.
İslam ülkesinde yaşayanlar ya Müslüman olmak zorundadır ya da cizye ödemek.
Müslüman olan, ölene kadar Müslüman kalmakla mükellef görülmüştür. Yani, daha sonra inanç değişikliği kesinlikle kabul edilmez. Başka bir dinden dönmek iyi, İslam’dan dönmek ise kötüdür. Ayetlerde dinden dönmenin cezası açık olarak belirtilmemişse de bu konuda sahih görülen hadis’e göre İslam fıkıhında mürtedin cezası ölüm olarak belirlenmiştir.

"Kim dininden dönerse, onu öldürün" (Buhârî, Cihad, 148; İ'tisâm, 28

"Müslüman bir kimsenin öldürülmesi ancak su üç sebepten biriyle helâl olur: İmandan sonra dinden çıkma, evlilikten sonra zina, haksız yere birini kasden öldürme" (Buhârî, Diyât, 6, Kasâme, 25, 26).

Dinden dönen kadının öldürülmesi caiz değildir. Fakat o yeniden İslâm'a girmeye zorlanır. Zorlama şöyle olur: Hapsedilir ve her gün çıkarılarak tövbe etmesi istenir. İslâm'a dönerse serbest bırakılır. Aksi halde ölünceye kadar hapiste kalır. Öldürülmeme konusunda delil şu hadistir: "Kadın ve çocukları öldürmeyin" (Ebfi Dâvud, Cihâd, 90)

İmam Şâfiî'ye göre, mürted kadın da erkek gibi öldürülür. Delil: "Dinini değiştiren kimseyi öldürünüz" (Buhâri, Cihâd, 149; İ'tisam, 28) hadisinin genel ifadesidir. Çünkü kanın mübah olmasının illeti, imandan sonra küfürdür. Mürted erkeğin öldürülmesinin sebebi budur. Aynı özellik mürted kadında da vardır. İmandan sonra küfür, aslî küfürden daha ağırdır (el-Kâsânî, a g e., VII, 135).

İlk İrtidad Olayı:

Ilk dinden dönme hareketi Peygamberin zamanında Yemen'de ortaya çıkmıştı.Kendisinin peygamber olduğunu iddia eden Esved el-Ansi, topladığı kuvvetlerle önce Necran bölgesini, peşinden de Sana’yı, Vali Sehr ile yirmi beş günsavaşarak ele geçirdi. Peygamber'in Amil ve muallimi olarak bölgeye gönderdiği Mu'az b. Cebel, Ma'rib'de bulunan Ebu Musa el-Esari'ye iltihak etmiş daha sonra Ikisi birlikte Hadramevt'e gitmislerdi.
(Taberi, III, 229-230).
Ibnül-Esir'in ifadesiyle, "Esved'in çıkarmış olduğu fitnebir alev gibi, Hadramevt'ten Taif, Bahreyn ve Ahsa'dan Aden'e kadar her yeri kaplamıştı."(Ibnül-Esir, II, 338).
Hadramevt'te toplanan müslümanlar endişeli bir şekilde beklerken, durumu haber alan peygamberin, Yemen bölgesinde bulunan müslümanların tamamına yönelik, Esved'e karşı savaşılması emri bölgeye ulaştı.Veber b. Yuhannis vasıtasıyla gönderilen mektupta; dinin korunması, mürtedlere karşı savaşılması, Esved el-Ansi'nin açıkça savaşılarak veya gizli bir tertiple ortadan kaldırılması ve bu emrin Islam'da sebat eden bölgedeki bütün müslümanlara ulaştırılması gibi talimatlar yer almaktaydı.
(Taberi, III, 231; Ibnül-Esir, II, 338)
Peygamberin emri San'a'daki müslümanlara ulaştığı zaman, planlanan bir suikastile Esved el-Ansi, Firaz adındaki biri tarafından öldürülmüş ve Kenan bölgesi tekrar Islam'ın hakimiyetine girmişti. Onun öldürüldüğü haberi Medine'ye peygamber'invefat ettiği günün sabahında ulaşmıştı.
(geniş bilgi için bk. Taberi, III, 227 vd.)
Ridde Savaşları:
Ridde Savaşları, peygamberin ölümünden sonra dinden dönüp Islam devletine karşı koyanlarla yapılan savaşlardır. Peygamberin ölüm haberini duyan Yemen ve Necid bölgelerindeki bazıkabileler dinden ayrıldıklarını ilan ettiler ve vergi-zekat ödememeye başladılar. Bu durum kabileden kabileye yayılmaya ve isyan büyümeye başladı.Irtidad hareketlerinin başlamasıyla başkent Medine her taraftan kuşatılmışbir duruma geldi. Öte yandan Yahudi ve Hristiyanlar, ortaya çıkacak durumu değerlendirmek için müslümanların durumunu izlemeye başladılar.Tarihçiler müslümanların o zaman içinde bulundukları dehşet verici durumu; "Müslümanlar, peygamberlerini kaybetmeleri ve azlıkları yüzünden sanki şiddetli soğuk, yağmurlu karanlık bir gecede sahrada kaybolmuş koyunsürüsünün durumunu andırıyordu"
(Taberi, Tarih, Beyrut ty, III, 225; Ibnül-Esir, Tarih, Beyrut 1979, II, 333) şeklinde ifade etmektedirler.
Medine'nin ciddi olarak tehdit altında bulunduğunu ileri süren bazı kimseler,peygamber'in vefatından az önce yola çıkan Usame'nin ordusunu bu seferden alıkoyması için Ebu Bekir'e müracaat ettiler. Islam devletinin başına henüz geçmişolan Hz. Ebu Bekir son derece net ve kararlı bir ifade ile bu tavsiyeyi yapanlara; Bilsem ki kurtlar burada beni parçalayacak; Usame'nin ordusu için peygamber'in emretmiş olduğu şeyi uygulayacağım" dedi,(Taberi, a.g.e., III, 225, 228; )ve bu orduya yoluna devam etmesi için emir verdi.
Usame B. Zeyd komutasındaki İslam ordusu peygamberin emri ile Ürdün ve çevresine sefere çıkmıştı. Peygamberin ölümünden sonra başta Tay ve Esed kabilelerinin isyanı üzerine Ebubekir bu kabileleri uyardı ama bunlara karşı harekete geçmek için Usame'nin seferden dönüşünü bekledi. Ancak, Abslar'la, Zubyanlar'ın Medine'ye saldirmaları üzerine bu tehlikeyi yok etmek için faaliyete geçmek zorunda kaldı. Bu arada diğer bir takım kabilelerin elçileri Medine'ye gelerek, namazı kılacaklarını, ancak zekat'ı ödemeyeceklerini bildirdiler. Ve bu durumun kabul edilmesini istediler. Ebu Bekir elçilere; "Zekat olarak vereceğiniz hayvanların, bağlanacakları ipleri vermediğiniz taktirde bile sizinle savaşacağım" şeklinde sert bir cevap verdi.(Taberi, III, 244)
Halife Ebu Bekir tarafından istekleri reddedilen bu elçi heyeti dönüşlerinde, Medine'de bulunan müslümanların azlığını kabilelerine bildirerek Medine'ye yürümek için onları heveslendirdiler. Ebu Bekir sayılarının azlığını öğrenen mürtedlerin Medine'ye saldırabileceklerini anladığı için bir takım tedbirler aldı.Yakında olan düşman birliklerinin şehre girişini önlemek için Ali, Talha, Zübeyrve Ibn Mes'ud'u şehre giren yollara yerleştirdi ve herkesin mescidde toplanmasını istedi. Nitekim o, düşüncesinde yanılmamış ve üç gün sonra mürtedler gece vakti harekete geçmişlerdi. Ancak yolları bekleyen birlikler onlarla savaşarak şehre girmelerini engellediler ve durumu Ebu Bekir'e bildirdiler. Ebu Bekir mesciddekilerle birlikte hemen harekete geçerek onları geri püskürttü ve Zahusa'ya kadar onları takip etti. Burada mürted askerlerin uyguladıkları bir yöntemle müslümanların develeri ürkmüş ve geri dönmüşlerdi. Mürtedler, müslümanların korkarak geri döndükleri zannına kapıldılar ve Zül-Kassa'da toplananlara haber göndererek kendilerine katılmalarını bildirdiler.Öte taraftan Ebu Bekir, geceyi savaş hazırlığı ile geçirdi ve sabaha yakın, sağ kanatta Numan b. Mukarrin, sol kanatta Abdullah b. Mukarrin, ortada Suveyd b. Mukarrin şeklinde bir tabya düzeni ile yola çıktı. Merkezinde Ebu Bekir'in bulunduğu ordu yaya olarak (sadece aracı birlikte süvariler vardı) hızlı bir yürüyüş yaptı ve fecirde düşmanın bulunduğu yere geldi. Onlar hiç birşeyden habersiz olarak dururken, müslümanların ani saldırısı karşısında çok sayıda ölü bırakarak kaçmak zorunda kaldılar. Ebu Bekir, kaçanları Zül-Kassa'ya kadar takip etti. Numan b. Mukarrin'i bir miktar askerle orada bırakarak Medine'ye döndü. Irtidat eden Absogullari ile Zubyanogullari, aldiklari bu yenilginin acısıyla kabileleri içerisindeki müslümanları öldürmeye ve çevrede bulunan diğer müslümanlara saldırmaya başladılar. Bu haber Ebu Bekir'e ulaştığı zaman o,müthiş bir şekilde hiddetlendi ve müslümanları çesitli şekillerde öldüren mürted kafirlerin, öldürdükleri müslümanlara karşılık olarak korkunç bir şekilde öldürüleceklerine dair yemin etti.
(Taberi, III, 246; Ibnül-Esir, II, 345)
Bu olaydan sonra, müslümanların moralleri düzeldi ve kabileler içerisinde irtidad eden kimselerin bir bölümü tekrar Islam’a dönmeye ve yeniden zekat mallarını Medine'ye göndermeye başladılar. Ibnül-Esir'in kaydına göre de kırk gün sonra Usame b. Zeyd seferden dönerek Medine'ye geldi. Ebu Bekir onları sefer yorgunluğunu üzerlerinden atmaları için Medine'de bıraktı ve tertip ettiği kuvvetlerin başına geçerek, Necd yönünde bulunan Zül-Kassa'ya doğru hareket etti. Bu nazik ortamda Hz. Ebu Bekir'in bizzat savaşa çıkmasını doğru bulmayan bazı kimseler ona müracaat ederek Medine'de kalmasını istediler. Bu kimseler, eğer Ebu Bekir'e bir şey olursa, içinde bulunulan kritik durumun müslümanlar için bir felakete dönüşmesinden endişe ediyorlardı. Ebu Bekir; müslümanları bizzat koruyacağını söyleyerek bu teklifi reddetti. (Taberi, III, 247)
Peygamberin ölüm haberi üzerine, Müseyleme ve Tuleyha, peygamberlik iddiasiyla ortaya çıkmıştı. Tay ve Esed kabileleri Tuleyha'ya tabi olarak dinden dönmüş, Gatafan ise, Uyeyne b. Hisn'in başkanlığı altında isyan etmişti.Uyeyne: "Esed ve Gatafandan bir peygamber, bize Kureyşten olan bir peygamberden daha sevimlidir. Muhammed öldü. Tuleyha ise hayattadır" diyerek, Tuleyha'ya tabi oldu. (Ibnül-Esir, II, 342)
Yolda kendisine katılan komutanlarından Mukarrinoğlu Numan, Abdullah ve Suveyd kardeşlerle birlikte Rebezelilerin toplandığı Ebrak denilen yere kadar ilerledi ve burada yapılan savaşta mağlup olan ve komutanlarını kaybeden Abslar ve Benu Bekr'ler dağılarak süratli bir şekilde bölgeden uzaklaştılar. Günlerce Ebrak'da kalan Ebu Bekir, Benu Zübyan'ları mağlup etti ve topraklarını ganimet olarak değerlendirerek bu arazileri Benu Zübyan'lar için yasak bölge ilan etti. Onun bu galibiyeti üzerine mürtedlerin çoğunluğu tekrar Islam'a döndü.Öte taraftan, dağılan Abs ve Zübyan kuvvetleri peygamberlik iddiasında bulunanTuleyha'nın yanına gittiler. Tuleyha, Sumeyra'dan hareket ederek Buzaha'ya yöneldi ve burada karargah kurdu. Medine'ye dönen Ebu Bekir savaş hazırlıklarına girişti veorduyu on bir kısma ayırarak her birine bir bayrak verip görev sahalarını belirledi.Buna göre, Halid b. Velid, Buzaha'da bulunan yalancı peygamber Tuleyha ile savaşacak, peşinden Butah'da bulunan Malik b. Nuveyre üzerine yürüyecekti. Ikrime b. Ebi Cehl ise Müseyleme ile mücadele edecek, Muhacir b. Ebi Ümeyye, Esved el-Ansi'nin bağlılarına karşı harekete geçecek, peşinden de Kays b. Maksuh ve onu destekleyen diğer Yemenliler'e karşı, Ebnalar'a yardım edecek ve sonra Kindelileri te'dip için Hadramut'a yönelecek. Halid b. Said, Suriye taraflarına; Amr b. el-As, Kuza'aya karşı yürüyecek; Huzeyfe b. Mihsan, Deba halkıyla savaşacak; Arfece b. Herseme, Mehre kabilesiyle; Tureyfe b.Haciz, Beni Süleym'i ve onlarla birlikte hareket eden Havazinliler'i itaat altına alacak; Süveyd b. Mukarrin, Yemen'in Tihame bölgesine; Ala b. el-Hadrami, Bahreyn'egidecekti.
Halife Ebubekir, Surahbil b. Hasane'yi de, Ikrime b. Ebi Cehl'in arkasından göndererek, Ikrime'nin Yemen'den ayrılıp Kuza'alılar üzerine yöneldiği zaman ona iltihak etmekle görevlendirdi.
(Taberi, III, 248-249)
Halid Bin Velid'in Tuleyha Meselesini Çözümlemesi
Tuleyha, Beni Esed b. Huzeyme'ye mensup olup, Muhammed'in son zamanlarında peygamberlik iddiasında bulunmuştu. O, bağlı bulunduğu Esedoğullarına kendisine Cebrail'in geldiğini söyleyerek bazı tuhaf şeyler uyduruyor ve onlardan kendisine tabi olmalarını istiyordu. Kendisine tabi olanlara namaz kılarken secde etmeyi yasaklıyor ve Allah'ın buna ihtiyacı olmadığını ve, O'nu ayakta zikretmelerini emrediyordu. İbnül-Esir; "Kabilecilik taassubundan dolayı çok sayıda Arap ona tabi oldu"demektedir. (Ibnül-Esir, a.g.e., II, 344)
Bu yüzden ona bağlı olanların çoğu Esed, Gatafan ve Tay kabilelerine mensuptular. Fezare ve Gatafanlılar Taybe'nin güneyinde toplanmış, Tay kabilesi ise kendi topraklarının sınırda beklemekte idiler. Tuleyha'nın mensup bulunduğu Esed oğullarıise Sumeyra'da toplanmıştı. Abs, Sa'lebe ve Mürreliler ise Rebeze dolaylarında, Ebrek'de beklemekteydiler. Onların bir kısmı burada kalmış, diğer bir kısmı da Zül-Kassa'ya giderek Medine'yi tehdit etmişlerdi. Bizzat halifenin başında bulunduğu kuvvetler tarafindan, önce Zül-Kassa'da sonra da Abrek'de yenilgiye uğrayan grup Sumeyra'dan ayrılıp, Gatafan ve diğer kabilelerle birleşerek Tay kabilesi arasında bir su kenarı olan Buzaha'da karargah kuran Tuleyha'ya iltihak etti. Bu olay üzerineTuleyha Tay kabilesinin Cedile ve Gavs boylarına adam göndererek kendisine iltihak etmelerini emretti. Onların bir bölümü acele olarak onun yanına hareket ettiler; arkada kalanlara da gelmelerini söylediler.Tay ve Cedilelilerden bin beşyüz kişinin iltihakiyla daha da güçlenen Halid, Buzaha'ya Tuleyha'nın üzerine yürüdü. Tuleyha'nın yanında Uyeyne b. Hisn komutasında yedi yüz kişilik Fezareli asker bulunmaktaydı. Savaşın siddetlendiği bir sırada Uyeyne bir kaç defa Tuleyha'nin yanına gidip kendisine Cebrail'in savaşın sonucu hakkında haber verip vermediğini sordu. Tuleyha sonunda ona; "Evet geldi ve bana; "bir gün düşmanlarınla karşılaşacaksın. Başlangıçta aleyhinde de olsa sonunda savaşı kazanacaksın. Değirmen gibi insan öğüten kanlı bir savaş, işte unutamayacağın bir söz" diye haber getirdi" dedi.Uyeyne ona; "unutamayacağın bir sözmüş..." dedi ve askerlerine; "Ey Fezareliler! Bu adam bir yalancıdır. Savaşı bırakıp geri dönün" emrini verdi. Gücü azalan Tuleyha savaşı kaybetti ve Suriye’ye kaçtı.Sonra da Kelb kabilesinin yanına gitti. Esed oğulları ve Gatafanlıların tekrar Islam'a döndüğünü duyduğu zaman o da iman etti. Ebu Bekir vefat edinceye kadar, Kelblilerin arasında yaşamaya devam eden Tuleyha ancak onun vefatından sonra Medine'ye gitmiş ve Ömer'e bey'at etmişti.Tuleyha Ömer döneminde vukubulan Kadisiye ve daha sonraki savaşlarda akıl almaz kahramanlıklar göstermiş ve bu sefer gerçekten iman ettiği Islam için hayatını sürekli tehlikelere atarak hizmet etmekten geri kalmamıştır.
Benü Ãmir, Havazin ve Suleymlilerin Irtidadı
Benü Ãmirler, Tuleyha'nın komutasında savaşan Esed ve Gatafanlıların durumunu gözetliyorlar ve tereddüt içinde bulunuyorlardı. Tuleyha mağlup olduğu zaman,Kurre b. Hubeyre, Ka'b oğullarının; Alkame b. Ulase ise, Kilaboğullarının başına geçerek kendilerine katılan diğer kimselerle Ka'boğulları arazisine gelerek kamp kurmuştu. Alkame, peygamber zamanında müslüman olmuş, peşinden irtidad ederek Suriye'ye kaçmıştı. Onların irtidad haberi ve hazırlıkları Ebu Bekir’e ulaştığı zaman Ka'ka b. Amr'ı bir birlikle üzerlerine gönderdi. Ka'ka', Alkame'nin bulunduğu yere geldiği zaman, o kaçmayı tercih etti ve peşinden takip edenlerden kurtulmayı başardı. Ka'ka' ise, onun eşini, çocuklarını ve orada bulunan diğer kimseleri yakalayarak Medine'ye döndü. Onlar, Alkame'ye yardım etmediklerini, dolayısıyla irtidatla suçlanamayacaklarını ileri sürdüler. Ebu Bekir onları serbest bıraktı. Alkame de Medine'ye gelerek Islam'a girdiğini açıkladı. (Taberi, III, 261-262)
Benü Ãmirler ise Tuleyha'nin Buzaha bozgununu gördükleri vakit, birbirlerine;"Döndüğümüz dine girelim. Yeniden iman edelim" dediler. Onlar Halid b. Velid'e giderek ona zekat vermek de dahil Islam'ın her hükmüne uyacaklarına dair bey'at ettiler. Ancak Halid, Esed, Gatafan, Tay, Suleym ve Ãmirlerden, irtidad durumunda iken Müslümanları yakarak öldüren, onlara işkence yapan ve Islam'adüşmanlıkta bulunan kimselerin teslim edilmesinden önce bu kabilelere amanvermedi. Onlar Halid'in bu Istediğini yerine getirip bu suçları işleyenleri ona teslim ettiler. O da müslümanlara karşı işledikleri cinayetlerin benzerlerini onlara tatbik ederek cezalandırdı.
(Ibnül-Esir, II, 350).

Kaynak: Şamil İslam Ansiklopedisi

Ebû Hureyre dedi ki, “Resulullah bizi bir seriyye ile gönderdi ve Kureyş'ten adlarını saydığı iki kişi için, ‘Falan ve falan kişilere rastlarsanız onları yakalayıp ateşte yakın.’ dedi.” O, sözlerini şöyle sürdürmektedir: Yola çıkacağımız zaman veda etmek için Resulullah’a geldik. O, bize, “Ben size falan ve falanı ele geçirdiğinizde yakarak öldürmenizi söylemiştim. Oysa ateşle yalnız Allah cezalandırır. Siz onları yakalarsanız yakmadan öldürün.
(Buhârî, Cihâd, 107.)

Hz. Ali irtidat eden bir topluluğu yakmıştı. Bu haber İbn Abbâs’a ulaşınca o dedi ki, ‘Ben olsaydım onları yakmazdım. Çünkü Resulullah, “Allah'ın azabıyla cezalandırmayınız.” demişti. Ben onları yakmadan öldürürdüm. Nitekim Resulullah “Din değiştireni öldürünüz.” diye buyurmuştur.(Buhârî, Cihâd, 149; Ebû Dâvûd, Hudûd, 1; Nesaî, Muharebe, 14.)

“Allah mürtedlere karşı komutana zafer nasip ederse, komutan onları silahla ve ateşte yakma dâhil her çeşit usulle öldürür. (Halife Ebubekir)

Vâkıdî, Belâzurî, Taberî ve bunlardan sonraki birtakım klasik kaynaklar Hz. Ebû Bekr dönemindeki irtidat ve isyan hadiseleri sırasında yakılarak cezalandırılmayla ilgili birtakım kayıtlara yer verirler.
Taberî, mürtedlerle savaşmak için görevlendirilen komutanların her birine, Hz. Ebû Bekir’in uzunca tavsiyelerde bulunduğundan söz eden bir mektubuna yer verir. Yukarıdaki Ebubekir'e ait sözler bu mektupta geçmektedir.

Taberî, Buzâha savaşı sonrası Hâlid’in yakaladığı bazı esirlere yaptığı işkenceyle ilgili olarak tüyler ürpertici şeyler anlatır. İlgili rivayete göre Esed, Gatafan, Tayy, Hevazin ve Süleym kabilelerinden bir grup Hâlid’e gelip Müslüman olduklarını beyan etmiş, o da onlara kabilelerinden olup Müslümanlara zulmedenleri teslim etmedikleri takdirde kendilerinden hiçbir şeyin kabul edilmeyeceğini söylemiştir. Bunun üzerine onlar aralarında bulunan asileri getirip teslim edince Hâlid de onların Müslümanlığını kabul etmiştir. Hâlid, teslim edilenler arasında bulunan Kurre b. Hubeyre ve onun gibi bazı kişileri bağlayıp Ebû Bekir’e göndermiştir. Müslümanlara zulmedenleri ise ateşte yakmak, taşa tutmak, dağlardan aşağılara atmak, baş aşağı kuyulara doldurmak ve okla vurmak gibi çeşitli işkencelerle öldürmüştür. Ardından da bu uygulamaları hakkında Ebû Bekir’e bilgi vermiştir. Ebû Bekir ona cevabi yazı göndererek şunları söylemiştir:
“Allah’ın emirlerini yerine getirmek için ciddiyetle gayret et. Gevşeklik gösterme. Müslümanları öldürenleri ele geçirirsen onları başkalarına ibret olacak şekilde öldürerek öçlerini al. Şayet Allah sana zafer nasip ederse, onları (mürtedleri) ateşte yak.”

Hâlid, Ebû Bekir’in bu mektubunu aldıktan sonra yaklaşık bir ay kadar Buzâha’da kalmış ve topladığı asilerin bir kısmını ateşe atıp yakmıştır. Bir kısmının kol ve bacaklarını birbirine bağlatıp taşa tutturmuş, bir kısmını da dağlardan aşağıya attırmıştır.
Taberî, III, 233.
Külâ’î, 81.


Buzâha savaşından sonra Hâlid b. Velid’in, Süleym kabilesine geldiği ve bu kabileden birtakım isyancıları yakalayıp ahırlara doldurduğu ve ardından onları topluca yaktığı nakledilmektedir.
(Hayyât, 130.)

İbn Sa’d ise, Hâlid’in onlardan bir adamı yakalayıp ateşte yaktığını belirtmekte ve bu olayı duyan Ömer’in, Ebû Bekir’e gelip Allah’tan başkasının yakarak ceza vermeyeceğini söyleyerek onu görevden almasını önerdiğini anlatmaktadır.
(İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübra - VII, 396.)

Öte yandan Belâzurî de Süleym kabilesinin isyanının bastırılması için Hâlid b. Velîd’in bu bölgeye gönderildiğini haber vererek, onun hakkında;
“O gün mürtedleri yakıyordu. Bu durumu Ebû Bekir’e söyledikleri zaman o, “Allah’ın kâfirlere karşı kınından çıkardığı kılıcı, kınına sokmak istemem”
diye cevap verdiğini söylemektedir.
(Belâzurî, 107.)

Süleym kabilesi ile ilgili bir yakma olayına bizzat Ebû Bekr’in karar verdiği anlatılmaktadır. Hatta daha sonra Halife’nin verdiği bu karardan dolayı pişman olduğu ve bu pişmanlığını dile getirdiği anlatılır. Halifenin bu konu ile ilgili,
“Fücâe bana getirildiği gün, onu yakmadan öldürmeliydim” dediği nakledilir.
(Belâzurî, 112)

Ebû Bekir döneminde mürtedlere karşı yaklaşımla ilgili olarak hadis kaynaklarına yansıyan on beş civarında kayıt bulunmaktadır.
Ömer dönemine ait ise sadece bir kayıt yer almaktadır.

Ömer, sertliği, zalimliğiyle tanınır ama mürtedlere uygulanan hunharca katliamlarda görüyoruz ki Ebubekir, Ömer'den çok daha gaddarmış.

Bu konuda Ömer'in dinden çıkan Necran bölgesindeki Ru’âş halkına gönderdiği mektup, Ebubekir'in uygulamasıyla kıyaslandığında aradaki fark açıkça görülür:

"Mü’minlerin Emîri Ömer’den bütün Ru’âş halkına, Sizlere selâm olsun. Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a şükür ederim. İslâm’ı kabul ettikten sonra dinden çıktığınızı öğrenmiş bulunuyorum. Sizden kim tövbe eder durumunu düzeltirse, irtidat etmesi ona zarar vermeyecek ve biz ona güzel dostluk göstereceğiz. Düşünerek karar verin ve kendinizi tehlikeye atmayın. Aranızdan Müslüman olanlara ne mutlu! Ya’lâ özür beyan ederek içinizden birini İslâm’a zorladığını veya baskı yaptığını bana bildirdi. Baskı, zorlama ve tehdit olursa emir yerine getirilmez..."

Ebû Ubeyd, Kitâbu’l-Emvâl, Kahire 1975/1395, 130; Muhamed Hamidullah,
el-Vesâiku’s-Siyâsiyye li’l-Adi’n-Nebeviyye ve’l-Hilâfetu’r-Râşide, Beyrut
1985, 192-93, (no: 99).

O zamanlar bir çok tartışmaya yol açan olay, Ebu Bekir’in Halid Bin Velid’e, Banu Tamim federasyonun büyük bir kabilesi olan Banu Yarbu kabilesinden Malik b. Nüveyra’yı öldürme emri vermesidir. Bu emir, kabilesi adına Peygambere zekat olarak verilmek üzere bir araya getirilmiş olan develeri, Malik bin Nuveyra’nın Ebu Bekir’den esirgemesinden sonra gelmişti. Bu zekatı ondan esirgemesi, sadakatini sadece Peygambere borçlu olduğunu ve bir Müslüman olarak bu zekatı kabilesine iade etmenin hakkı olduğu inancına dayanmakta idi. Ama Malik b. Nüveyra İslam’a bağlılığını yeniden teyit etmesine rağmen, kabilesinden diğer adamlarla birlikte öldürüldü ve Halid onu öldürdükten sonra, onun karısına da muhtemelen “savaş ganimeti” olarak muamele ederek, alıp götürdü.
İbnu'l Esir'in anlatımına göre;
-Halid b. Velid (r.a.) seferi tamamlayıp Medine'ye geldiğinde Hz. Ömer ona:
"Be Allah düşmanı! Sen Müslüman bir adamı öldürüp sonra da onun hanımına sahip oldun öyle mi.! Seni mutlaka recmetmeliyim," dedi.

Önde gelen kişiler Halid’in bu davranışına şiddetle karşı çıktılar. Ömer, Halid’in bu davranışından dolayı kınanmasını talep etti ve Ali, Halid’e hadd cezası uygulanması çağrısında bulundu. (Madelung 1997, 50; Sanders 1994, 43–44)

Fakat Ebu Bekir halife olarak her iki talebi de reddetti. (Jafri 2000, 58–79)

Halid'in bu konuda savunması, zekat vermeyenin müslüman sayılamayacağı ve dinden dönmüş görüleceğidir. Ebubekir de, Ömer ve Ali'nin muhalefetine rağmen bunu tasdik etmiştir.
Yani, Ebubekir'e göre; dinden dönenin cezası ölümdür. Zekat vermek istemeyen müslüman da olsa, namaz da kılsa dinden dönmüşlerden farksızdır ve mürtedler gibi boynu vurulur. Ve dinden dönmüş olanın malı-mülkü, karısı-çocuğu ganimet sayılır.

Nüveyra müslümandı ama zekat vermediği için varsayalım ki müslümanlığı kabul görülmeyebilir. Peki ama karısı müslümanken nasıl el konulabiliyor ganimet diye. Bir müslümanın bir başka müslümanı ganimet olarak almış olması normal görülüyor. Buradan çıkan bir başka sonuç da kadının insan olarak değerinin olmamasıdır. Önemli olan kocasıdır. Koca öldürülünce karısı ganimetten sayılmıştır.

HARRA OLAYI

MEKKE VE MEDİNELİLERİN KATLİAMI

Kabe'nin yakılıp Yıkılması - Vahşet - Tecavüz -Yağma - Talan

Aralarında, Medine eşrafından Abdullah b. Hanzala, Abdullah b. Ebu Amr ve Münzir b. Zübeyr'in de bulunduğu bir heyet, Şam'a gidip Halife Yezid ile görüşmüşlerdi.

Heyet, Medine'ye döndükleri zaman, Yezid'in dinsiz olduğunu, içki içtiğini, çalgı çaldırdığını, yanın­da şarkıcı kadınlar bulundurduğunu, köpek ve maymun beslediğini vs. söyleyerek, kendisini halife olarak tanımadıklarını açıklamışlar; bunun üzerine, Medineliler ayaklanarak henüz çocuk denilecek yaşta bulunan Medine valisi Osman b. Muhammed b. Ebu Süfyan'ı Medine'den sürüp çıkardıkları gibi, Medine'deki Emevîleri de Mervan b. Hakem'in evinde muhasara etmişlerdi.

Emevîlerin acele imdat istemeleri üzerine, Yezid, Müslim b. Ukbe’yi oniki bin kişilik bir ordu ile Medine ve Mekke halkını tepelemeye memur etmişti.

Müslim, Medine'de Kureyş'ten ve Ensardan binlerce kişiyi asıp kesmiş, şehri yağmaladıktan sonra Mekke üzerine yürümüş, Müsellel’e geldiğinde hastalanıp ölmüştü.

Ölürken, Husayn b. Numeyr'i yerine bırakmıştı. O da mancınıklar kurdurarak Mekke'yi taşa tutmuş, Kabe’nin duvarları yıkılmış ve yakılmıştı.

Ezrakî, Ahbânj M ekke, c. 1, s. 196-204,
İtan Abdi Rabbih, Ikdu'l-ferfd, c. 4, s. 387-391 ,
Belâzurî, Ensâbu'l-eşrâf, c. 4, s. 42,
Taberî. Târîh. c. 7. s. 3-5.
M. Asım Köksal, İslam Tarihi, Köksal Yayıncılık: 4/349-350.

Kaynakların uzun uzadıya kaydettiklerine göre Medine’de gerçekleşen isyanın asıl sebebi sarayına yaptıkları ziyaret esnasında Yezid’in ahlaksızca yaşantı içerisinde olduğunu gördükten sonra Medinelilerin ona olan biatlerini geri çekmesi olmuştur.

İslâm Tarihçilerinden büyük çoğunluğu, Medinelilerin, Yezid b. Muaviye’ye karşı isyan etmeleri ve sonrasında gerçekleşen Harra vakasında (63/683) dinî veya siyasî sebeplerin etkili olduğu görüşündedirler.

Studies in Jahiliyya and Early Islam kitabının yazarı Kister ise Medinelilerin isyanında dinî veya siyasi sebeplerden ziyade sosyo-ekonomik nedenlerin etkili olduğunu iddia etmekte ve bunu ilk dönem kaynaklarından olan ancak İslâm Tarihi araştırmacıları tarafından gözardı edilen kaynaklardan istifade ederek delillendirmektedir.

Olayın sosyo-ekonomik sebepleri:
Medine’deki isyanın gerçek sebebiyle ilgili olarak Ya’kubî’nin “Tarih”inde tamamen farklı bir bilgi yer almaktadır. Sorun aslında Muaviye’nin Medine’deki arazilerinin, tarlalarının, hurmalıklarının işlenmesi ve mahsüllerinin toplanması ile ilgilidir. Muaviye, bir çok bölgede bu tür mülkler edinmiş ve buralarda köleleri ya da kölelikten kurtulmuş mevali işçileri sistemli olarak çalıştırmaktaydı. Denildiğine göre Muaviye, zor kullanarak işçi çalıştıran ilk halife olmuştur.

Medine’liler valiye “Biz çok zor durumda kalıp açlıkla karşı karşıya gelince Muaviye bizim bu durumumuzdan istifade etmek istedi ve bizim arazilerimizi gerçek değerinin yüzde biri kıymetinde bir parayla satın aldı.” diyerek şikayetlerde bulunmuşlardı.

Bu arazi sorununa ilave siyasi bir sorun vardır ki o da Muaviye ölmeden önce oğlu Yezid’i halife yapmak istemiş, tüm bölgelerden biat edilmesine rağmen Mekke ve Medine’den biat gelmemiştir.

Yezid, Osman b. Muhammed b. Ebû Süfyan’ı Medine’ye vali olarak tayin edince Muaviye’nin Medine’deki arazilerinin âmili olan İbn Mîna, Osman b. Muhammed’e gelerek Medinelilerin daha önceki yılların aksine bu sene buğday ve hurma mahsulünü ve vergileri toplamasına engel oldukları hususunda bilgiler verdi.
Vali Osman b. Muhammed, bir grup Medineliyi yanına getirtti ve onları bu tür davranışları sebebiyle sert bir şekilde azarladı. Bu tavır Medinelileri çok kızdırdı.

Bir gün Medine’ye çokça yağmur yağdı ve halk yağmur sularını kendi tarlalarına akıtabilmek için koşuşturmaya başladı. Muaviye’nin Mevâlîsi de yağmur sularını Muaviye’nin arazisine bağlamak için harekete geçti. Bunun üzerine Medineliler, onlarla mücadele etmeye başladılar. Tansiyon yükseldi.

Kerbela katliamının haber alınmasıyla ipler tamamen koptu. Abdullah b. Zübeyr, Yezid’e olan biatini geri çekti. Çarşı halkı bir bayrak açarak onun mevâlîsi ile çarpışarak bazılarını öldürdü. Bu olay, Kerbela katliamının duyulmasından sonra bardağı taşıran son damla oldu ve Medineliler vali ve Emevi oğullarına karşı isyanı başlattılar; onları Medine’den kovdular. Kovulan Emevi oğullarının geçecekleri yolları kayalarla tıkadılar.

Katliam:

Yezid’in ordusu Müslim b. Ukbe komutasında Medine’yi kuşatıp teslim olmaları için 3 gün mühlet verdi. 3. günün sonunda şehre saldırdı ve kısa sürede şehri teslim aldı. Üç gün boyunca şehir yağmalandı, talan edildi. Kadınlara, kızlara üç gün boyunca tecavüz serbest bırakıldı. Birçoğu ganimet olarak alındı. Mekke ve Medine’de onbine yakın insan katledildi. Bu olaydan sonra aileler kızlarını evlendireceklerinde bekaret konusunda garanti veremiyorlardı. Harre katliamı da denilebilecek bu olay İslam tarihinin yüz karası olarak nitelenmiş ve Kerbela’dan değil asıl bundan dolayı Yezid’e lanet edilmesi caiz görüldü.


Medine katliamından sonra Mekke kuşatıldı. Şehir mancınıklarla dövüldü. Bu saldırılar sırasında Kabe'nin duvarları yıkıldı. Ahşap kısımları ve örtüsü yandı.

1. Mekke kuşatması sırasında Yezid'in ölüm haberi gelince kuşatmaya son verildi ve Emevi ordusu geri çekildi.

Abdullah, harap olmuş Kabe'yi temellerine kadar yıktırıp yeniden inşa ettirdi.

Diğer taraftan Yezid'in yerine önce oğlu II. Muaviye'ye, iki ay sonra onun da ölümü üzerine Mervan b. Hakem'e biat ettiler. Emevi ailesinden iki yöneticinin art arda ölümüyle meydana gelen kargaşa döneminde Filistin, Humus ve Kınnesrin ordugâhları Abdullah b. Zübeyr'e biat etmeye hazırlandılar. Fakat Mervan b. Hakem, kısa zamanda duruma hakim oldu. Bu arada, Abdullah'ın Filistin'i almak için kardeşi Mus'ab idaresinde gönderdiği ordu başarısızlığa uğradı. Bu mücadeleler devam ederken, 7 Mayıs 685'te Mervan öldü ve yerine oğlu Abdülmelik geçti.



Karışıklıklar devam ediyordu. Müslümanlar ikiye bölündü. Hicaz ve doğu eyaletlerinde Abdullah b. Zübeyr, Suriye, Filistin ve mısır’da Abdülmelik hakimdi. Diğer taraftan Hariciler de çetelerle Abdülmelik’e karşı savaşıyordu.

Karışıklıkları bastırıp duruma hakim olan Abdülmelik, hiç zaman kaybetmeden, ünlü komutanı Haccac b. Yusuf'u bir orduyla Mekke üzerine gönderdi. Haccac, 2. Mekke kuşatmasını başlattı. Yine mancınıklarla Kabe saldırıya uğradı ve 2. kez büyük hasar gördü. Şehir direnmekteydi. Haccac, Abdülmelik'ten hem takviye birlikler göndermesini hem de gerektiğinde şehre şiddetli bir taarruzda bulunmaya izin vermesini istedi. Abdülmelik, 5 bin askerden oluşan takviye bir birlik gönderirken taarruz iznini de vermişti.



Evlerde yiyecek bir şey kalmamıştı. Birçok mahallede bulaşıcı hastalıklar ortaya çıkmıştı. Haber gönderilemiyor, yardım gelmiyordu. Birçok kaynakta, kuşatma altında çok zor günler geçiren Müslümanların binek hayvanlarını; hatta hakaret amacıyla Haccac tarafından kendilerine mancınıkla atılan köpekleri bile yemek zorunda kaldıkları anlatılmaktadır.

Kuşatmanın altıncı ayında yiyecek hiçbir şey kalmamıştı. Yorulan, bıkan, açlıkla baş başa kalan bazı direnişçiler; Abdullah b. Zübeyr'in etrafından ayrılmaya başladılar. Bunların arasında, Abdullah'ın oğullarının dahi bulunduğu kaydedilmektedir. Abdullah durumun çok kötüye gittiğini ve başka bir çıkış yolu olmadığını görmüştü. Teslim olmak yerine ölümü tercih etti. Şehirde yaşanan faciaya bir son vermek ve daha fazla insanın ölmesini engellemek amacıyla bir çıkış hareketi yaptı ve vuruşarak öldü (1 Ekim 692).

Adı, zamanla, zulüm ve zorbalıkla özdeşleşecek olan Haccac; büyük bir vahşet ve gururla Abdullah b. Zübeyr'in başını kestirerek önce secdeye kapandı, daha sonra da onun başını Suriye'ye gönderdi. Haccac; haram ayda, haram kılınan bir bölgede kan dökmekten, Allah'ın evini taşa tutmaktan ve Kabe'nin içine sığınan insanları bile katletmekten çekinmemişti.

Kerbela’dan sonra Mekke ve Medine katliamlarıyla Müslüman sahabenin kökü kazınmış sayılırdı. Geride sesi çıkacak, karşı koyacak, Müslümanlara önderlik yapacak kimse kalmamıştı. Belki de karşı devrim tamamlanmıştı.



KAYNAKLAR:

Muhammed İbn Sa’d, et-Tabâkâtu’l-Kübrâ, V, 66;
Belâzürî, Ensâbu’l-Eşrâf, thk.,
Süheyl Zekkâr,-Riyad Ziriklî, Beyrut 1417/1996, V, 341;
Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Beyrut trz., IV, 371;
İbnü’l-Esir, el-Kâmil fi’t-Tarih, yay. Carolus Johannes Tornberg, Beyrut 1399/1979, IV; 111-112;
Muhammed b. Hasan ed-Diyarbekrî, Tarihu’l-Hamîs fî Ahvâli Enfesi Nefîs, Dâru’s-Sadr, trz., II, 300;
İbnü’l-İmâd, Şezerâtu’z-Zeheb fî Ahbârimen Zeheb, thk., Abdulkadir el-Arnavut-Mahmud el-Arnavud, Beyrut 1406/1986, IV, 283; Hudarî, Tarihu’d- Devleti’l-Ümeviyye, thk., Muhammed Osmanî, Beyrut 1406/1985, s. 461;
Muhammed Hüseyin Hudarî, Nakdu Kitabu fi’ş-Şi’ri’l-Câhilî, thk.,
Ali er-Rıda et-Tunûsî, Beyrut trz., s. 165; Julius Welhausen, Arap Devleti veSukutu, trc., Fikret Işıltan, Ankara 1963, s. 72İbn Sa’d, V, 66; Halîfe b. Hayyât, Tarih, thk.,
Ekrem Ziya el-Umerî, Riyad 1405/1985, s. 237; Belâzürî, Ensâb,V, 338;
Taberî, IV, 380;
İbn Abdirrabbih, el-Ikdu’l-Ferîd, thk., Muhammed Sâd Uryan, Kahire 1359/1940, IV,355; İbnü’l-Esir, Kâmil, IV, 102-103; Diyarbekrî, II, 300; Nüveyrî, Nihâyetü’l-Ereb fî Fünûni’l-Edeb, thk., Muhammed Rıfat Fethullah-İbrahim Mustafa, Kahire 1395/1975, XX, 486-487; İbnü’l-İmâd, IV, 283.

GARANİK OLAYI

ŞEYTAN AYETLERİ

Bu olay İslam literatüründe ve tefsir ilminde Garanik olayı olarak bilinmektedir.

Elâte vel uzzâ.
Ve Menates salisetel uhra
Tilke’l ğarâniku'l Ulâ
Ve inne le şefâatehunne le turca.

"Lât ve Uzza
Ve bir üçüncüsü olan Menat
Onlar ulu turnalardır.
Ve elbette şefaatleri umulur."

Bu sözler, Necm suresinin sözlerine, ayetlerine şiirsel ola­rak da çok uygundur. Aynı uyaktadır, aynı kalıptadır. Bunlar Arabis­tan'da Muhammed döneminde de, Muhammed döneminden önce de şiir olarak zaten biliniyor ve söyleniyordu.

Garanik Olayının Mekke döneminde yaşandığı kesindir. Tam tarihi bilinmese de Habeşistan göçünden sonra olduğu söylenir. Çünkü bu olayla birlikte Müslümanlarla putperestlerin barıştığı haberi yayılır ve Habeşistan’a göç edenlerin bir kısmının döndüğü, çoğunluğun ise tepki gösterdiği rivayet edilir.

Olayın gelişimi İslami yönden şöyle anlatılır:

Mekke'de müslümanların eziyet ve iskencelere uğradıkları, bu sebeple bir kısım müslümanın Habeşistan'a göç ettiği bir dönemde Hz. Peygamber, Mekke müşrikleri ile uzlaşmanın yollarını arıyor, devamlı anlaşma çareleri düşünüyormuş. Zihni bu düşünce ile hep meşgul iken bir gün Kâbe yanında Necm suresini okuyormuş.

"Gördünüz mü o Lât ve Uzza’ yı ve üçüncü(leri olan) Menât'ı?" şeklindeki 19 ve 20. ayetlerini okuduktan hemen sonra Şeytan, Hz. Peygamber'e musallat olmuş ve şeytanın etkisiyle Hz. Peygamber, farkında olmaksızın "Bunlar ulu turnalardır ve şefâatleri umulur" cümlelerini vahyin devamı gibi söyleyip Necm suresini okumaya devam etmiş. Surenin sonuna gelince secde ayeti olduğu için Hz. Peygamber ve orada bulunan müslümanlar secdeye kapanmışlar. Müşrikler de Hz. Peygamber'in okuduğu bu cümleler sebebiyle son derece sevinerek; "Artık Muhammed ilâhlarımızın şefâatini kabul ettiğine göre aramızda önemli bir ayrılık kalmadı" deyip hepsi secdeye kapanmışlar. Son derece yaşlı bir veya birkaç müşrik, yere eğilip secde etmek zor geldiği için yerden bir avuç toprak alarak alınlarına değdirmiş ve böylece ilâhlarına tâzimde bulunmuşlar. Bu olay dolayısıyla müşrikler kısa bir süre müslümanları kendi hâline bırakmışlar. Ancak bu olayın ardından Cebrâil (a.s.) gelerek hatası dolayısıyla Hz. Peygamber'i ikaz etmiş, bu arada nâzil olan Hacc sûresinin "...Senden önce gönderdiğimiz hiçbir resul ve nebî yoktur ki birşeyi arzuladığı zaman şeytan onun arzusuna (vesvese) atmamış olsun. Allah, kendi ayetlerini sağlamlaştırır...'' meâlindeki 52. ayeti ile önceki cümle neshedilmis.

Taberi’ye göre teklif Mekke’li müşriklerden gelmiştir:

"Ey Muhammed! Sen bizim ilahlarımıza küfretmekten vazgeç... bir yıl boyunca bizim ilahlarımız olan Lat ile Uzza'ya ve Menat'a ve bir yıl boyunca da biz senin ilahına ibadet edelim. Senin bizi kabule çağırdığın din, bizim dinimizden hayırlı olursa, biz o din'den hissemizi alırız; eğer bizim dinimiz seninkinden hayırlı olursa, sen bizim dinimizden hisseni alırsın.

İslam dışı değerlendirmeye göre ise; Muhammed’in bu teklifi değerlendirerek stratejisini değiştirdiği, uzlaşmaya yöneldiği ileri sürülür. Putperestlere de haber göndererek Kabe’de toplanılır ve Necm suresi, içindeki şeytan ayetleri denilen sözlerle okunur ve Müslüman-putperest toplu halde secdeye varılır. Ancak ne var ki Muhammed'in bu tutumu müslümanlar arasında bir süre sonra tepki yaratır. Hele haber, Habeşistan'a göç etmiş bulunan müslümanlara ulaşınca, onlar tarafından olumsuz şekilde karşılanır.
Tepkiler karşısında Muhammed büyük bir hata işlediğini ve bu hata yüzünden taraftarlarından bir çoğunu kaybedebileceğini anlamakta gecikmez ve hatasını düzeltmenin yolunu arar. Cebrail'in gelip kendisine: "Ey Muhammed sen ne yaptın? Halka, benim sana getirmediğim sözleri söyledin" dediğini ilan ederek dönüş yapar ve ayetleri düzeltir.


53-NECM:

19. Siz de gördünüz değil mi o Lât ve Uzza''yi?
20. Ve üçüncü olarak da öteki (put) Menat''i?

21. Demek erkek size, dişi O''na öyle mi?

22. O zaman bu, insafsizca bir taksim!

23. Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkinda hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.

24. Yoksa insan, her arzu ettiği şeye sahip mi olacaktır?

25. Ahiret de dünya da Allah''ındır.



Hatta bu olaydan Kureyşlileri suçlar:

İsra/ 73-75. Müşrikler, sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, nerdeyse, sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, nerdeyse onlara birazcık meyledecektin. O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.



Hacc suresindeki açıklama ise şöyledir:

Hac-52. (Ey Muhammed!) Biz, senden önce hiçbir resûl ve nebî göndermedik ki, o, bir temennide bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de (beşerî arzular) katmaya kalkışmasın. Ne var ki Allah, şeytanın katacağı şeyi iptal eder. Sonra Allah, kendi âyetlerini (lafız ve mana bakımından) sağlam olarak yerleştirir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.


Hac-53. Allah, şeytanın böyle yapmasına müsaade eder ki) kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşanlar için, şeytanın kattığı şeyi bir deneme (vesilesi) yapsın. Zalimler, gerçekten (haktan) oldukça uzak bir ayrılık içindedirler.


Hac-54. Bir de, kendilerine ilim verilenler, onun (Kur'an'ın) hakikaten Rabbin tarafından gelmiş bir gerçek olduğunu bilsinler de ona inansınlar, bu sayede kalpleri huzur ve tatmine kavuşsun. Şüphesiz ki Allah, iman edenleri, kesinlikle dosdoğru bir yola yöneltir.

10 Şubat 2009 Salı

TAHRİM OLAYI

Tahrim, yemin ederek bir şeyi kendine haram kılmak, yasaklamaktır.
Muhammed’in bir olaydan sonra eşleriyle arası açılmış ve eşlerinin hiçbirinin evine gitmez olmuştur. Bu olaya dair gelen sure, ilk 5 ayetinden dolayı Tahrim ismini almıştır.

1. Ey Peygamber! Allah’ın sana helal kıldığı şeyi, eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek neden kendine haram kılıyorsun? Allah Gafur’dur, Rahim’dir.
2. Allah size, yeminlerinizi çözmeyi farz kılmıştır. Ve Allah sizin Mevla’nızdır. Alim’dir O, herşeyi bilir; Hakim’dir O, hikmetleri sonsuzdur.

3. Hani, Peygamber, eşlerinden birine bir sözü gizlice söylemişti. Sonra eşi bu sözü duyurup Allah da onu Peygamber’e bildirince, Peygamber sözün bir kısmını açıklamış, bir kısmından vaz geçmişti. Peygamber, sözü eşine bildirdiğinde o: “Bunu sana kim haber verdi?” demişti. Peygamber de: “O herşeyi bilen, herşeyden haberi olan bana bildirdi.” diye cevaplamıştı.

4. Eğer ikiniz, ey hanımlar, Allah’a tövbe ederseniz ne iyi, çünkü kalpleriniz kaydı; yok eğer Peygamber’e karşı aranızda dayanışmaya girerseniz hiç kuşkusuz bizzat Allah, onun destekleyicisidir. Cebrail ve müminlerin iyileri de. Bütün bunlardan sonra melekler de ona arka çıkarlar.
5. Eğer o sizi boşarsa Rabbi ona, sizden daha iyi, kendini Allah'a veren,
inanan, sebatla itaat eden, tevbe eden, ibadet eden, oruç tutan, dul ve
bâkire eşler verebilir.


Tahrim suresinin tefsirlerinde surenin ilk 5 ayetinin nuzül sebepleri 3 olaya bağlanır.
1- Muhammed’in cariyesi Mariya’yla ilişkiye girmemeye yemin etmesi,
2- Muhammed’in bal şerbeti içmemeye yemin etmesi,
3- Muhammed’in kendinden sonra imamet’in kime geçeceği konusunda sır vermesi.

Bu üç olaydan en zayıf olanı 3.südür. Çünkü ortada bir yemin vardır. Bu yemin, ilk iki olaya daha uygun düşmektedir.

Mariya Olayı:

Hadis No : 0838 Ravi: Enes Tanım: Resulullah (sav)'ın zaman zaman birleştiği bir cariyesi vardı. Hz. Aişe ve Hz. Hafsa peşini bırakmadılar. Sonunda Resulullah bu cariyeyi nefsine haram etti. Bunun üzerine: "Ey Peygamber, sen zevcelerinin hoşnutluğunu arayarak, Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun?..." diye başlayan Tahrim süresi nazil oldu." Kaynak: Nesai, İşretu'n-Nisa, 4, (7, 71)

Taberi olayı şöyle anlatır:

Gün, Muhammed'in hanımlarından Hafsa'nın günüydü. O gün Muhammed, Hafsa'yla cinsel ilişkide bulunmak üzere kalkıp evine gider. Ama Hafsa'yı evde bulamaz. Tam o sırada, bir zamanlar, Mısır Mukavkısı'nın kendisine armağan ettiği cariyelerden Mariya çıkagelir. Muhammed, cariyeyi Hafsa'nın yatağına atar ve işini görmeye başlar. Muhammed'in, cariyesiyle yatması doğaldır. Kur'an da, hanımlarının dışında cariyeleriyle de yatmasına olanak verilmiştir. (Bkz. Ahzab Suresi, ayet: 50, 52.) Ne var ki cariyeyle özgür (hurre) olan bir kadının, üstelik Ömer kızının, Hafsa'nın yatağında beraber olmaktadır . İşte bu olağan değildir. Terslik bu ya, o sırada, Hafsa da çıkagelmiştir. Muhammed'in Mariya ile ilişkisini görünce büyük tepki gösterir: - "Tann Elçisi! Sen beni kötü duruma düşürdün, aşağıladın. Öyle birşey yaptın ki, benzerini hiçbir karına yapmadın! Benim günümde, benim sıramda ve benim yatağımda bir cariyeyi yatırıp yapıyorsun!"
Sonra Muhammed'le Hafsa arasında şu konuşma geçer: - "Hafsa! Marya'yı kendime haram etsem de ona bir daha yaklaşmasam; bundan hoşnut olur musun? - Evet!

Muhammed: "Vallahi Billahi Mariya ile bir daha yatmayacağım!"
Muhammed hemen ant içmiştir. - Hafsa! Aramızda kalsın, bunu sakın kimseye söyleme, olmaz mı? - Tamam! Ne var ki, Hafsa bu durumu Aişe'ye anlatır. (Bkz. Taberi, Camiu'l-Beyân, 28/102.)

Olayın duyulması ve hanımlarının aralarında dayanışmaya gidip kendisine karşı tavır alması üzerine Muhammed eşlerini terk eder ve bir kameryaya yerleşir. Muhammed’in eşlerini boşadığı dedikodusu yayılır. Bir rivayete göre ise cezalandırmak için sadece Hafsa’yı boşamış ve diğerleriyle de 1 ay beraber olmamaya yemin etmiştir.

Hafsa Ömer’in, Ayşe ise Ebubekir’in kızıdır. Babalarının konumuna güvenerek asiliğe cesaret edebilmişlerdir. 4. ayette geçen “İkiniz” sözü Ayşe ile Hafsa’yı kasteder.

Ömer, olayı öğrenince hiddetle Muhammed’e gider ve görüşmek ister.
- Beni öldürmeye mi geldin ya Ömer! Diye içerden seslenen Muhammed’e:
- Hayır ya resulallah! Konuşmaya geldim.
deyince içeri alınır ve bu görüşmeden sonra Tahrim ayetleri gelir. Ardından Hafsa ile nikah tazelendiği ve 29. gün eşlerine dönüp Ayşe’yle beraber olduğu söylenir.

Ayşe, henüz bir aylık sürenin dolmamış olduğunu düşünerek kendisine sorar: "Hani sen, bir ay boyunca hanımlarından uzak duracağına dair yemin etmemiş miydin? Bugün daha otuz gün bile olmadı; yirmi dokuzuncu gündeyiz!". Muhammed kendisine şu yanıtı verir: "Bu ay yirmi dokuz gün çeker."

Hadis No : 0107
Ravi: Enes
Tanım: Hz. Peygamber (sav)'i bir at yere atmıştı. Resulullah (sav)'ın (sağ) tarafı veya (sağ) omuzu ezildi. Bu O'na ayakta duramayacak kadar izdırab verdi. O sıralarda hanımlarını da bir ay müddetle terketti. Bu esnada, hurma kütüğünden yapılmış bir merdivenle çıkılan tenezzüh odasına (meşrübe) çekildi. Ashab (ra) kendisine "geçmiş olsun" ziyaretine geliyorlardı. Resulullah (sav) oturarak namaz kılardı, onlar ise ayakta durarak namaza uymuşlardı. Selamı verince şöyle dedi: "İmam, kendisine uyulmak için vardır, öyle ise ayakta namaz kıldırıyorsa siz de ayakta kılın, şayet oturarak kıldırıyorsa siz de oturarak kılın, imam rükuya varmadan rükuya gitmeyin, o başını kaldırmadan siz de kaldırmayın." Ravi der ki: "Hz. Peygamber (sav) ayın 29'unda meşrübeden indi. Ashab: "Ey Allah'ın Resulü, sen bir aylık bir müddet için ila'ya (ayrı kalmaya) karar vermiştin" dediler. Onlara: "Bu ay yirmi dokuz gündür" cevabını verdi." (Buhari ve Müslim'de Ümmü Seleme'den gelen bir rivayette: "Bu ay yirmi dokuz çekiyor" buyurmuştur. Müslim'de Cabir (ra)'den kaydedilen bir rivayette: "Sonra iki elini üç sefer uzattı, ikisinde her iki elinin bütün parmaklarıyla, sonuncu kerede sadece dokuz parmağıyla işaret etmişti" diye yirmi dokuzu gösterdiği açıklanır. (Sıyam 24)) Kaynak: Buhari, Salat 18, Ezan 51, 82, 128, Sıfatu's-Salat 83,128, Savm 11, Mezalim 25, Nikah 91, Talak 21,


Bal Şerbeti Olayı:

Elmalılı tefsirinde bu olay hadislerden aktarılarak şöyle anlatılır.

Hz. Peygamber'in hanımlarından birinin yanında bir bal şerbeti içmiş olmasından dolayı diğer hanımların söz birliği ederek, magafir (kötü kokulu bir ağaç zamkı) kokuyor diye latife yapmaları üzerine peygamber'in bir daha bal şerbeti içmemeye yemin etmiş olmasıdır.Buhari'de Hz. Aişe'den rivayet edilen şu hadis vardır :

Resulullah Zeyneb'in yanında bal şerbeti içer ve onun odasında daha fazla dururdu. Ben ve Hafsa, peygamber hangimize gelirse "Magafir mi yedin ? Senden magafir kokusu alıyorum" diyelim diye konuştuk. Bunun üzerine Hz. Peygamber buyurdu ki "Hayır Zeyneb'in yanında bal şerbeti içmiştim, öyle ise daha da içmem, işte yemin ettim. "Bunu kimseye söyleme"


Ancak Ayşe, diğer kadınları da ikna edip peygamber yanlarına geldiğinde onun koktuğunu söylemelerini ister. Bal şerbeti içtiğini söylediğinde de “O balı yapan arılar megafir yemiş herhalde” diye cevap vermelerini söyler. Muhammed her hanımının yanına girdiğinde aynı tepkiyle karşılaşınca eşlerinin aralarında kendisine karşı birleştiğini anlayarak küser ve onlarla 1 ay boyunca beraber olmamaya yemin eder.

Bal şerbeti olayı, Mariya olayına göre daha zayıf görülmektedir. Mariya olayında tüm eşleri işin içinde olabilmektedir ama bal şerbeti olayında Zeynep’e küsmesi anlamsızdır.

Halifelik Olayı:

Muhammed’in kendisinden sonra devlet başkanlığına Ömer ile Ebubekir’in geleceğini Hafsa’ya sır olarak söylediği olaydır. Elmalılı tefsirinde konu şöyle aktarılır:

Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kendisinden sonra devlet başkanlığının Ebu Bekr'e ve Ömer'e geçeceğini Hafsa'ya bir müjde olarak haber vermiş ve gizlenmesini emretmiş olmasıdır. Tefsirlerin birçoğunda zikredilmiş olan bu haber, gerçi Kütüb-i Sitte'de (altı kitapta) nakledilmemiştir. Ancak Mâriye olayını rivayet edenler içinde bu haberi de rivayet edenler olduğu gibi başka güvenilir zatlar da nakletmişlerdir. "el-Bahru'l-Muhît"de Ebu Hayyan şöyle diyor: "Hadis, Mâriye sebebiyledir; bir de bal içtim denilmiştir. Meymûn b. Mihrân dedi ki: "Hadis, Peygamber'in Hafsa'ya sır olarak söylediği şu hadistir: "Ebu Bekr ve Ömer benden sonra hilafet yoluyla benim emrime sahip olacaklardır". Alûsî de bu rivayetleri daha derli toplu naklederek demiştir ki: "İbnü Merdûye İbnü Abbas'tan ve İbnü Ebî Hâtim Mücahid'den şöyle rivayet etmişlerdir: "Peygamber (s.a.v.) Hafsa'ya Mâriye tahrimini ve kendisinden sonra muhakkak Ebu Bekr ve Ömer'in insanlara emîr olacaklarını gizlice söylemişti. Hafsa da gizlice Aişe'ye söyledi. Hakikaten bu işin gizlice söylendiği hakkında daha başka haberler de vardır. Ancak bal hadisi daha sahihtir.

Nihayet özet olarak şunlar söylenebilir: Anlatılan bu olayların üçü de (Mâriye ve şerbet olayı ile Ebu Bekr ve Ömer'in hilafetiyle ilgili hadise) vuku bulmuş, ravilerin bazısı bir kısmını, bazısı da bir kısmını rivayet ederek "Ey peygamber! Niçin haram ediyorsun?" âyeti nazil oldu." demiştir. Bunlardan hiç birisi de yalnız kendi rivayetlerinin sahihliğini iddia etmemiş olduklarından, burada söylenen de doğrudur. Bu doğru olursa, ihtilafın çözümü de kolaylaşmış olur. Değilse başka çözüm yolu ara. En iyisini Allah bilir."


Muhammed’in özel hayatında bu 3 olay da geçmiş olabilir. Hatta 3 olay birbiri peşi sıra da yaşanmış olabilir. Ancak hilafet sırrı ve bal şerbeti olayı, eşleri peygambere karşı tavır alacak, peygamber küsüp onları terk edecek ve sonuçta konuyla ilgili olarak ayetler yazılacak kadar önemli görülmemektedir. Elmalılı’nın değindiği bir olasılık Mariya olayı ile hilafet sözünün ilişkili olabileceğidir. Yani, Muhammed, cariyesi Mariya ile Hafsa’nın yatağında yakalanınca, kimseye söylememesi için kendisinden sonra Hafsa’nın babası Ömer’in başa geleceğine dair bir söz vermiş olabilir. Benzer şekilde Ayşe’ye de babası Ebubekir’in başa geleceği sözünü vermiş olabilir. Hafsa bu sırrı Ayşe’ye anlatınca ortalık karışmış olabilir. “Bana gelince Ebubekir, sana gelince Ömer ” diyerek bizi aldatıyor diye asileşmiş olabilirler.