20 Mart 2009 Cuma

HZ.MUHAMMED'DEN ÖNCE

BİLİM VE FELSEFEDEN DERLEMELER

Mucize uydurma uzmanları, birçok konunun ilk kez Kur'anda yazıldığını, ondan önce hiç bilinmediğini iddia ederler. Yağmuru, rüzgarı, arıyı, böceği dahi Kur'an'a malederler. Bu başlıkta Antik çağ filozof ve bilim adamlarının derlemelerine yer vereceğiz. İlki Galileo'nun Buyruğu kitabından:

LUCRETİUS- Atomların Kalıcılığı ve Evrenin Yapısı

Titus Lucretius Carus (MÖ yaklaşık 94-50) kendisinden 250 yıl önce yaşamış olan Yunanlı filozof Epikuros’un atom kuramını açıklayan lirik bir şiir yazmıştır. (MÖ yaklaşık 60) Bu olağanüstü bir başarıydı. Bilim konusunda bir akıl yürütme ilk defa şiir dizelerinde bu denli mükemmel ortaya konuyordu. Atomlardan oluşan bir dünya görüşü pek değişmeden 1900’lere kadar yerini korudu. Bütün maddelerin bölünemeyen en küçük parçacıklardan oluştuğunu savunan bu görüş Einstein öncesinin temel maddeci görüşüydü.Aşağıdaki şiirde Lucretius, klasik fiziğin temel öğretisi olan, maddenin yoktan yaratılamayacağı ve yok edilemeyeceği iddiasını dile getirmektedir. Lucretius’un bu denli ustalıkla ifade ettiği öğreti o devirden bu yana değişim geçirerek şu şekli almıştır: Madde enerjiye, enerji de maddeye dönüşebildiği halde, varolan toplam madde ve enerji ne arttırılabilir ne de azaltılabilir.

Birinci ilkemiz şu olacak konuya girerken:
Hiçten hiçbir şey yaratılamaz tanrısal güçle
Ölümlülerin bunca korkuya kapılmaları
Yerde ve gökte tanık oldukları olaylara
Gözle görülür bir neden bulamamalarındandır
Kolaydır tanrının istemiyle açıklamak bunları
Hiçten bir şey yaratılamayacağını kavrayınca
Daha açık seçik göreceğiz önümüzdeki yolu
Nasıl oluştuğunu ve var olduğunu
Bir kere yoktan yaratılsaydı varlıklar,
Her tür, her kaynaktan doğardı; tohum olmazdı
İnsan denizden çıkardı, pullu balık topraktan
Ve kuşlar gökten türerlerdi durup dururken.
Sürüler, kuytularda üreyen yabanıl hayvanlar,
Ekili ya da çorak toprakları doldururlardı.
Aynı ağaçlarda bitmezdi hep aynı yemişler,
Elbet değişirlerdi, her ağaç her yemişi verirdi.
Kendine özgü doğurgan gövdelerden oluşmasaydı
Neden hep varlık doğsundu aynı tür anadan?
İmdi, her varlık özel tohumundan oluştuğundan
Ancak uygun dokunun, uygun atomların bulunduğu
Yerden doğar güneş-ışıklı dünyaya.
Bu yüzden her şey rasgele doğamaz her şeyden,
Özel gücü özündedir doğumunu hazırlayan.

Neden baharda açar gül,ekin olgunlaşır yazın?
Ve üzüm neden büyüsüne kapılır güzün?
Özel tohumları elverişli anda toparlanmayınca
Ortaya çıkıp, varlıklar gelişmeseydi,
Dirim başlayan toprak en uygun mevsimde,
Onları korunmasız sürer miydi ışıklı dünyaya?
Hiçlikten doğsalardı, zaman gözetmeden
Olmadık aylarda ürerlerdi elbet, ansızın;
Mevsimlerin hışmıyla doğurgan bileşimleri önlenen
İlksel gövdeleri olmadığından.

Dahası, serpilmeleri de belli bir süreyle
Belirlenemezdi, tohumun birikimi için gereken.
Bebekler birdenbire büyüyüverir,
Ağaçlar dilenildiğinde bitiverirdi topraktan.
Ama öyle değil doğanın yasası biliyoruz.
Doğada usul usul gelişir varlık,
Kendine özgü yapıyı taşıyarak tohumundan,
Kendine özgü maddesiyle çoğalır ve beslenir,
Dahası da var: çıkagelmezse mevsim sağanakları,
Veremez yüzgüldürenekini toprak
Besinsiz kalınca da üreyemez hayvanlar
Ve sürdüremezler dirimlerini.
Atomları yadsıyan kuramın tersine,
Ortaktır çoğu öğeler varlıkların genelinde,
Tıpkı ayrı sözcüklerdeki harfler gibi.

Düşünelim: Neden öylesine kocaman yaratmamış doğa
Ki yürüyerek geçememiş insanlar okyanusu?
Elleriyle devirememişler dağları,
Ve sürdürememişler yaşamlarını kuşaklar boyu?
Çünkü varlık, doğumu için özel doku ister
Kendi yapısının niteliğini belirleyen,
Demek ki hiçbirşey oluşamaz hiçlikten,
Çünkü her varlık, dayanıksız havaya çıkmadan,
Kendi özel tohumundan döllenmelidir.

Son olarak görüyoruz ki işlenmemişten
Daha yetkindir işlenmiş topraklar ve
Emeğin değdiği yer, tatlı yemişlerden geçilmez.
Çünkü öyle tohumlar gizlidir ki toprakta
-sabanla alt üst ettiğimizde-
uyarırız verimliliklerini onların. Yoksa
çabamıza gereksinmeden ulaşırlardı yetkinliğe.

İkinci ilke: kurucu atomlarına ayırır bileşikleri doğa
Ve hiçbir şeyi indirgemez hiçliğe.
Öğeler yok edilir nitelikte olsalardı
Yitip giderdi nesneler de birdenbire;
Bağlantıları koparmak ayırmak için parçaları
Güç harcamaya bile gerek kalmazdı. Ne ki,
Yok edilmez tohumlardan elde edildiğinden her şey,
Hiç birinin yitmesine göz yummaz doğa;
Çatlaklardan içeri sızıp çözüştüren
Ya da bir vuruşta yıkan bir güç olmadıkça.

Öz dokuları tükenen varlıklar, yeryüzünden
Silinebilseydi hepten, hangi kaynaktan türetirdi
Venüs, bunca çeşit canlıyı?
Nasıl
Sürerdi yaşam ışığına? Kendisine döndüklerinde
Nasıl bulurdu her keresinde toprak, türlerinin
Gelişmesi için gerekıen besinleri?
Nereden tazelenirdi deniz, ona kavuşan ırmak?
Esir nereden beslerdi yıldızları?
Zamanın uzun dilimi, karanlık geçmiş, elbet
Tüketebilirdi ölümlü gövdeleri, oysa
Sonsuz geçmişte, evreni durmaksızın yenileyen
Gövdeler süregelmişse, demek ölümsüzdür onlar;
Hiçbir varlık hiçliğe indirgenemez o zaman.


THALES - Evrendeki sudan Kuyudaki suya

Thales, MÖ 624 ila 545 yılları arasında yaşamıştır. Muhammed hazretlerinin Allah'ın kelamı diye yazdığı kitapta, Nisa/ 11-12 ayetlerinde bildirdiği miras paylaşımındaki basit oran hesabında yaptığı hata, daha sonra halife Ömer'in avliye-reddiye yöntemiyle düzeltilmişken; Thales, Muhammed hazretlerinden 1200 yıl önce Matematik alanında çığırlar açmış birisidir.

Sokrates öncesi dönemde yaşamış olan Anadolu'lu bir filozoftur. İlk filozof olduğu için Felsefenin ve bilimin öncüsü olarak adlandırılır. Eski Yunan'ın Yedi Bilgelerinin ilkidir. Elimize ulaşmış hiçbir metni yoktur. Yaşadığı döneme ait kaynaklarda da adına rastlanamaz ancak hakkındaki bilgiler Herodot ve Diogenes Laertios gibi antik yazarlardan edinilir. Bertrand Russell'e göre Felsefe Thales'le başlamıştır.

Eski dinler dünyayı sürü sürü tanrılar ve gizli güçlerle dolu bir yer haline sokmuşlardı. Thales, buna duyduğu tepki sonucu, yalın bir açıklama biçimi aradı. Böylece birci öğretisini kurdu. Bunun sayesinde evrenin tümünü hem ilk, hem evrensel, hem plastik bir elemanın değişinimleriyle açıkladı. Bu eleman su idi. Su, yaşamın temeliydi. Hayvanların tohumu sıvıydı. Besinler özsu haline indirgeniyordu. Fakat su yalnız başına yaşamın kaynağı değildi. Maddenin temeliydi. Su buharlaşınca havayı üretiyor, hava ateşi yaşatıyordu. Ateşten oluşan gökcisimleri, buna göre suyun bir yoğunlaşmasından ileri gelmekteydi. Gerçekten de yeni oluşan toprak her gün nehirlerin ağızlarında birikmekteydi. Bu gözlemler Thales'i evrenin tutarlı bir tanımına götürür; Evren tümüyle sudan oluşmaktadır. Bizim bildiğimiz dünya muazzam bir hava kabarcığından oluşmakta ve bu su niteliğindeki evrenin içinde yer almış bulunmaktadır. Tüm bu varlıklar, tanrıların keyiflerine göre değil de değişmez kanunlar uyarınca yönetilir ve Thales bunları, çok güçlü bir zorunluluk diye adlandırır.

Aristoteles'e göre Thales'in bu düşüncesi suyun, dünyadaki bütün hayat biçimlerine özsel olduğu gözleminden gelmiştir. Suyun katı, sıvı ve buhar hali olduğunu düşünürsek, Thales'in kuramı akıllıca bir deneme gibi görünmektedir. Her ne kadar hatalı olsa da, bu fikir tarihte kayıtlı ilk bilimsel hipotezdir, Thales büyük bir indirgemede bulunuyordu. İster metaller, ister dağlar, ister gazlar, isterse insanlar olsun dünyadaki bütün nesnelerin özellikleri tek bir nesnenin özelliklerine indirgenebilir. Yani eğer şeyleri yeterince öğütürseniz, yeterince küçük parçalar ayırır ve yeterince yakından incelerseniz, onların ne demir, ne taş ne de et olduğunu, fakat sudan ibaret olduğunu görürsünüz.

Eski Yunan bilginlerinden Kallimakhos'un aktardığı bir düşünceye göre denizcilere kuzey takım yıldızlarından Büyükayı yerine Küçükayı'ya bakarak yön bulmalarını öğütlemiştir. Aynı zamanda Mısırlılardan geometriyi öğrenip Yunanlılara tanıtmıştır. Bulduğu bazı geometri teoremleri şunlardır:

• Çap çemberi iki eşit parçaya böler.
• Bir ikizkenar üçgenin taban açıları birbirine eşittir.
• İki doğrunun kesişme noktasındaki ters açılar birbirine eşittir.
• Köşesi çember üzerinde olan ve çapı gören açı,dik açıdır.
• Tabanı ve buna komşu iki açısı verilen üçgen çizilebilir.

Thales’ten yüzyıllarca önce Sümer-Babil gökbilimcilerinin güneş ve ay tutulmaları hakkında bilgi sahibi olduğu bilinir. Thales MÖ. 585 yılında bir güneş tutulması olacağını gününü vererek bildirmiş ama ciddiye alınmamış. O gün geldiğinde Mede ve Lidya orduları savaş meydanında kapışmak üzereydiler. Ortalık kararınca şaşırıp durakaldılar. Güneş'in tutulmasını Tanrıların bir uyarısı olarak yorumladılar ve düşmanlıklarına bir son vererek barış imzaladılar. Thales’in bu başarısını şansla yorumlayanlar olduğu gibi, 18 yıl önce Mısır’da güneş tutulmasına rastladığını ve buradan hesaplayarak yeni tutulmayı tahmin edebildiği de söylenir. Tarihçi Aestus'a göre ise güneş ve ay tutulmalarının nedenini ilk olarak o göstermiştir.Topraksı nitelikteki ay, doğru çizgi üzerinde güneşin altında yer alınca, tutulma olayı meydana gelmektedir. Thales, ayrıca yılın süresini 365 gün olarak saptamış: güneşin (yaptığı devrin 720'de birine eşit olan) çapını ölçmüş; ekvatorun, dönencelerin ve kutup dairesinin varolduklarını bilmiştir. Bunun yanında ayın ışığının, güneşin aydınlığını yansıtmasından ileri geldiğini de söylemiştir.

Aristoteles’e göre yoksulluğundan dolayı ayıplanan Thales, filozofların isterlerse zengin olabileceklerini de kanıtlar. Kış günü olmasına rağmen o yazın bereketli geçeceğini öne sürer. Sonra da Miletus'taki bütün zeytin basmaklarını muhtemelen birinden borç alarak satın almış ve hasat umduğu gibi çıkınca büyük bir servet yapmıştır.

Platon, Thales'in bir gün yıldızları inceleyerek yürürken kuyuya düşüşüne dair bir hikaye anlatır. Güzel bir hizmetçi kız filozofun çığlıklarını duyup kuyudan çıkmasına yardım etmiştir; fakat Thales'e "" Daha sen bastığın yeri bile göremezken,nasıl olur da gökyüzünde olup bitenleri görebilirsin?" diye alay etmeyi de ihmal etmemiştir. Thales her zaman aval aval gökyüzüne bakarak dolaşan bir adam olmadığı, kuyuların düşülmeyecek ölçüde dar olduğu ve çevresinin çemberle yükseltilmiş olduğu bilgisinden hareketle bu hikayenin asılsız olduğu düşüncesi hakimdir.

Thales, aynı zamanda iyi bir siyasetçidir. Örneğin, İonya'nın Yunan kent-devletlerinin yöneticilerine; genişlemeci düşmanları Lidya'dan kurtulmanın tek yolu olarak siyasi bir birlik kurmalarını ve tek meclis çatısı altında birleşmelerini önermiştir. Bu bir konfederasyon düşüncesiydi ve tarihte bir ilkti. Yetkililer onu dinlemese de, aradan geçen bir asır onun önerisinin çok yerinde olduğunu kanıtlamıştır.

Günlerden bir gün Thales'e: Gel de bir mucize gösterelim sana, derler.Onu alıp dağın tepesindeki bir çoban kulübesine götürürler. Orada bir kısrağın doğurduğu aykırı bir yaratığı gösterirler: Başı, boynu, elleri bir çocuğun ki gibidir, bedeninin geri kalanı ise bir atınki gibidir. Oraya gidip de bu hali görenler başlarını çevirirler: "Böylesi bir mucize büyük felaketlerin habercisidir, tanrıların gazabını hemen yatıştırmak gerek”diye bağrışırlar. Ama Thales hiç istifini bozmaz, kısrağın sahibini bir kenara çeker. Gülümseyerek : "Sen istersen ötekilerin dediklerini yap. Ama benden sana öğüt: Kısraklarını bundan sonra bu denli genç çobanlara emanet etme.Ya da kadın bul onlara!" Kuşkusuz uydurma olan bu öykünün, Thales'in Yunan düşüncesindeki rolünü ve yerini bir imge ile çok iyi anlatmak gibi bir yanı vardır: O bu işte tanrıların eli olduğunu düşünmek yerine, sorunun akılcı bir açıklamasını yapmağa çalışmaktadır. Bu açıklamanın yanlış olmasının bir önemi yoktur. Önemli olan anormal bir olay karşısında doğaüstü güçler aramak yerine bilimsel nedenler aramaya yönelmektir.

Thales, Mısır’a gittiğinde tanrı Amon'un başrahibiyle ve firavun Amasis'le birlikte Büyük Piramid'i seyrediyormuş. Başrahip hükümdarının huzurunda bir yabancıyı güç duruma düşüreceğini düşünerek pek sevinmiş: "Bilin bakalım, bu piramidin yüksekliği ne kadar?" diye sorarak meydan okumuş. Thales asasını alıp tam piramidin gölgesinin bittiği yerde kumun içine dikmiş. Bunu yaptıktan sonra asayı, asanın gölgesinin uzunluğunu ölçmüş. Sonra bir taş parçasının üzerine yaptığı basit bir hesap işlemi, anıtın yüksekliğini meydana çıkarmış, 280 dirsek. Firavun bu bu hesaba çok şaşırmış.

Böylece Thales kendi adını taşıyan teoremi yani geometrik orantılar ilkesini bulmuş. Bu ilkeye göre Pareleller homolog orantılı doğru parçalarını iki sekant üzerinde keserler. Piramidin durumunda paraleller güneşin ışınlarıydı. Sekantlar ise sırasıyla asadan ve piramidin yüksekliğinden geçen çekül doğrultularıydı. Eldeki dört veriden ilk üçü (asanın gölgesi, piramidin gölgesi, asanın yüksekliği) bilinmekteydi: Orantıların sırrı sayesinde dördüncüsü de kolaylıkla bulunabildi.

Thales başka durumlarda da beceri göstermeyi bilmiş bu da onun zaman zaman ve yanlışlıkla," mühendis" olduğu kanısını uyandırmıştır Ayrıntıları iyice bilinmeyen koşullar yüzünden Krezüs, her zamanki düşmanları olan Medyalılara savaş açmış,Thales de onun genel karargahına gitmiştir. Ordu, suları kabaran Halys nehrinin kıyısına gelince durmak zorunda kalmıştır. Ama Thales bu soruna bir çözüm bulacaktır; Bulduğu yöntem çok ustacadır. Orduya ırmağın kıyısında kamp kurdurur, sonra nehrin yatağını değiştirmek üzere, kampın ardında bir kanal kazdırır .Son set de açılınca sular yeni yatağa dolar, dolayısıyla ordunun gerisinden akıp gider,ordu da ayaklarını bile ıslatmaksızın eski nehir yatağından karşı kıyıya geçer.

Bir tartışma sırasında :Ölümün yaşamdan hiçbir farkı yoktur" der.Tartışanlardan biri sorar: Neye yaşamı seçtin öyleyse? Thales'in yanıtı şudur: İkisi arasında hiçbir fark yoktu da ondan.Yine onun bilgece yanıtlarını dinleyelim:

- En eski olan nedir?
" Tanrı'dır ,başlangıcı yoktur çünkü"
- Ya en güzel şey?
" Dünya, Tanrı'nın işidir o çünkü "
- Ya en büyük şey?
" Uzay, herşeyi içerir çünkü"
- Ya en hızlı şey?
" Düşünce, her yere atılır çünkü"
- Ya en güçlü şey?
" Zorunluluk, herşeye boyun eğdirir çünkü"
- Ya en bilge şey?
" Zaman, herşeyi öğrenip meydana çıkarır çünkü"
- Ya en yaygın şey?
" Umut, hiç bir şeyi olmayan kimselerde bile kalır çünkü"
- Ya en yararlı şey?
" Erdem, herşeyi iyi kullandırır çünkü"
- Ya en zararlı şey?
" Kötülük, herşeyi bozar çünkü"

En güç şeyin kendini tanımak, en kolay şeyin başkasına öğüt vermek, az görülen şeyin zorba bir hükümdarın yaşlanmışı, mutsuzluğa kolayca katlanmanın çaresinin daha mutsuz düşmanlarının hallerine bakmak, erdemle yaşamanın çaresinin başkalarında görüp ayıpladığımız şeyleri yapmamak olduğunu söylemiş, mutlu olmanın sağlıklı, varlıklı ve yürekli olmaktan geçtiğini, güzelliğin fiziksel değil, karakter güzelliği olduğunu da eklemiş.

Thales'in birçok peygamberden çok daha fazlasını bildiğini, söylediğini görmekteyiz. Bir filozofun isterse zengin olabileceğini kanıtlamış. İsteseydi büyük bir peygamber olacağını da kanıtlayabilirdi mutlaka. Ama filozofları peygamberlerden ayıran en önemli fark, bilimcilikleri ve karakteristik yapılarıdır.

THALES'IN ÖLÜMÜ

Sizler, doksan koloni kuran
Miletoslu gemiciler,
açın yüreklerinizi,
susun ve dinleyin,
sizler,
ün salmış kişileri
bütün Akdeniz' in!
Sarılın küreklere,
hemen düşün yola
ve bütün yelkenler fora!
Biriniz önce Sinop' a
ordan da Pantikapaion' a,
ikinciniz İtalya' ya,
Sibaris ve Sirakusa' ya,
üçüncünüz çevirsin rotayı dosdoğru Mısır' a,
Nil Deltası'nda kurduğumuz
Naukratis' te oturan
dostlarımıza!
Vermek için tümüne
acı haberimizi:
Dört gün önce yitirdik
büyük Thales'imizi...
Ve siz tüccarlar,
kentimizle yalnız mal değil,
kültür alışverişi de yapan,
bizler gibi doğruya
ve gerçeğe tapan
doğunun saygın kişileri!
Sürün kervanlarınızı
dağlarla kaplı derinliklerine
Anadolu' nun,
yılmadan güçlüklerinden
hiçbir yolun,
ister Fırat ve Dicle üzerinden,
ister kıyıdan atlı ya da yaya varmak için
Pers Kralı' nın
oturduğu başkent Susa' ya!
Bildirin ordaki dostlarımıza
acı haberimizi:
Dört gün önce yitirdik
büyük Thales'imizi...
Zeytinin bol olacağını
daha kışın gören,
güneşin tutulacağı günü
çok önceden bilen,
gölgesinden piramidin
yüksekliğini ölçen büyük matematikçi,
astronom ve fizikçi,
derin filozof
ve yeryüzünün
en bilge kişisi
Thales'imizi yitirdik.
O öldü, yakıldı ve gömüldü,
biz ise irkildik.
Yas tutarak tam üç gün
onu dün sessiz dillerimiz,
titreyen ellerimiz
ve dik başlarımızın
üstünde taşıyarak
Miletos' un en yüksek tepesinde
yığdığımız odunların üstüne yatırdık.
Saygıyla bütün bedenini yağladık,
güzel kokular ve çiçeklerle bezedik
sonra karşısında
el bağladık
ve uzun uzun ağladık.
Çıkan alevlerle ününü
yıldızlara yolladık,
arta kalan külünü
bir vazoda topladık
ve Lade Adası'nın açıklarındaki
en derin mavi sularına bıraktık
uçsuz bucaksız Ege' nin
geri vererek onu
ilk neden dediği
o tanrısal SU' ya.
her şeyin çıkıp da
yine geri döndüğü
yaşam saçan kaynağa...
Anası Fenikeli,
babası Karyalı'ydı,
ama o,
Miletos yurttaşı,
İyonya diliyle okur yazar,
tam bir İyonya'lıydı.
İşte bu açıdan kentimiz
Ephesos' la birlikte
Helen dünyasında tektir,
insanların birleşmesine,
kültürlerin kaynaşmasına
en güzel örnektir.
Örneğin
Atina ve Sparta' da gördüğümüz
hep ilkel,
savaşçı ve ırkçı olan
bir sosyal yapıdır,
ama Miletos' taki
gelişmiş, barışçı
ve dört yönde
bütün ırklara açık
evrensel bir kapıdır.
Evet,
kadınlarımız
Atina' da güzellikleriyle ünlü,
ama çoğu,
onların erkeklerinden
daha kültürlü.
Ustamız öldü ama,
insanlarımız bilgiye doyamıyor
susuzluğa, kanamadı, kanamaz!
Kurduğumuz uygarlık kapısı
hergün daha çok açılıyor,
hiç kapanmadı, kapanamaz!
İşte,
daha bugünden
duyuluyor adımlarının sesi,
ak mermerli sokaklarında Miletos'un
ak giysiler içinde yürüyen Anaximandros'un,
götürerek yanında
- şaşkın gözleri,
kesik nefesi
coşkuyla kendini dinleyen, derin düşünceli,
pırıl pırıl genç Anaximenes' i.
Ölçercesine evrenin
başını ve sonunu anlatıyor ona
sonsuzluk kavramı âpeiron'u.
Ama öğrencisi,
Thales'i bile aşmak istercesine,
ilk neden SU'yun yerine
daha canlı neden HAVA' yı koyuyor
ve kafasında gerçeğin dibini oyuyor:
"Doğa ölü durumların değil,
canlı süreçlerin
canlı birlik içinde
toplamıdır,
nicelikteki
seyrelme ve yoğunlaşmadan
hep yeni nitelikler
oluşur"
diyor.
Ve böylece Miletos' ta
ulu bir güneşin sönüşünden
iki ulu güneş birden doğuyor,
ve ilk felsefe okulu
İyonya' da kuruluyor.
Ustamızı çok sevdik,
ama onu aşacağız,
bilgiyle dolup taşıp
hep gerçeğe koşacağız.
Ey, korku tanımaz denizciler,
en içten başarı dileklerimiz size,
açılın gemilerinizle
Ak- ve Karadeniz' e!
Ama yelkenleriniz
kara değil, ak olsun!
İyonya'dan
fışkıran
kültür ışınlarından
yüreklere yas ve tasa değil,
doğa sevgisi
ve yaşam sevinci dolsun!
Hiç yenilmeden güçlüklere
yayılsın durmadan her yere
yedi bilgenin
en bilgesi
Thales'imizin felsefesi,
Miletos' ta doğan
ve dipsiz dinsel inançların
karanlığını
ışığıyla boğan
aklın yüce melodisi
ve onu yaratan
doğanın derin armonisi!

Dinçer Yıldız


HİPOKRAT Andı'ndan çorbaya düşen sineğin kanadına

Mikroplar, bakteriler, bulaşıcı hastalıklar ve hastalıkların tedavisi ile ilaçlar konusunda 7. yüzyılda yazılmış Kur’an’da tek kelime geçmez. Hadislerde de erken dönem İslam’ında hastalıklarla ilgili konularda bir bilgiye ve uygulamaya rastlanmaz, bulaşıcı hastalığın reddedildiği görülür. Çorba kasesine düşen sineğin zarar vermemesi için diğer kanadının da çorbaya batırılması hadisi ise ilginçtir.Tıbbın, biyolojinin tarihçesine baktığımızda ise İslam’dan binlerce yıl önce büyük gelişmelere şahit oluruz.

Eski Mısırlılar döneminde (MÖ. 3400-2450), yağmur sularını toplamak ve lağım sularını akıtmak için kanallar, arklar ve borular yapılmıştır. Eski krallık devresinde başlayan bu tür çalışmalara yeni krallıklar döneminde de (MÖ. 1580-1200) devam edildiğine rastlanılmaktadır. Bu tarihlerde bazı sağlık kurallarının konulduğu ve bunlara titizlikle uyulduğu papirüslerden anlaşılmaktadır. En eski papirüs olan Kuhn papirüs 'ünde (MÖ. 1900) köpeklerdeki paraziter hastalıklardan ve muhtemelen, sığırlardaki sığır vebasından bahsedilmektedir. Bunların sağaltımı için hayvanların kendi hallerine bırakılması ve tütsü edilmeleri önerilmektedir. Smith papirüs 'ünde (MÖ.1700) yaraların sağaltımında taze etin, ve hemorajilerde koterizasyonun kullanılabileceğine dair bilgiler bulunmaktadır. Bu papirus, o devirlere ait bazı önemli tıbbi bilgiler de vermektedir. Heredot 'un eserlerinde, Mısırlıların tuzu antiseptik olarak kullandıkları belirtilmektedir.

Babil döneminde (MÖ. 768-626), sağlık kurallarına dikkat edildiği, hastalıkları önlemek ve sağaltmak için bazı ilaçların kullanıldığı, bu konulara değinen 800'den fazla tabletten anlaşılmaktadır.

Hindularda büyük kral Asoka (MÖ. 269-232) zamanında hayvan hastanelerinin kurulduğu ve tarihi yazılarda tedavi ile ilişkili bazı bilgilerin bulunduğu açıklanmıştır. Hindistan ve Seylan'da MS. 368'de, hastanelerin kurulduğu belirtilmektedir. Sustrata (MS. 500) doğal ve doğa üstü olarak 120 hastalık bildirilmiştir. Bu dönemde, malaryanın sinekler tarafından bulaştırıldığı bilinmekte ve farelerin de vebadan öldüklerinde evlerin terk edilmesi gereğine dikkat çekilmektedir. Sustrata, bunların yanısıra, çocuk bakım ve hijyenine ait bilgiler de vermektedir. Sacteya adlı sanskritte de insanları çiçeğe karşı aşılamada kullanılan yöntemler bildirilmektedir.

Eski Çin Medeniyeti (MÖ. 3000-2000) döneminde yazılan "Materia Medika" adlı kitapta kan dolaşımına ait bilgiler verilmekte, dolaşımın kanın kontrolünde yapıldığı, kanın sürekli ve günde bir defa dolaştığı bildirilmektedir. Ayrıca, kitapta, akupunktur ve nabız hakkında da bazı bilgilere yer verilmiştir. Bu dönemde, Çin'de frengi, gonore ve çiçek hastalıkları bilinmekte ve bunlara karşı bazı önlemlerin de alınmakta olduğu belirtilmektedir. Milattan Sonra 2. asırda haşhaşın ağrı kesici olarak kullanıldığı da zannedilmektedir. Wong Too (MS. 752), insan ve hayvanlarda rastlanılan hastalıklar ve bunların sağaltım yöntemlerini "Dış Alemlerin Sırları" adlı eserinde 40 bölümlük bir yazıda toplamıştır. Konfüçyüs (MÖ. 571-479) döneminde kuduzun tanındığı ve bazı önlemlerin alındığı bilinmektedir. Eski Çin döneminde, hastalıkların nedeni olarak, erkek ve olumsuz unsur olan Yang ile dişi ve olumlu öğe olan Yu 'nun arasındaki düzenin bozulmasına bağlanmaktadır.

Eski Yunan’da MÖ. 1850-1400 yıllarında bazı sağlık kurallarının konulduğu, ventilasyona dikkat edildiği, ark ve kanalların açıldığı, mabetlerin ve yerleşim yerlerinin kaynak su ve ağaçlık yerlerde kurulmasına özen gösterildiği anlaşılmaktadır. Tıp ve biyoloji ile ilgili olarak yazımızda ele alacağımız örnek kişi, tababet ve tedavinin kurucusu ve tıbbın babası sayılan Hipokrat olacak.


Hipokrat (Hippocrates) İsa'dan önce 460 yılında bugün Yunanistan'a bağlı olan Kos adasında doğmuştur. Hekim Heraklides'in oğludur. Yaşadığı dönem san’atçı ve entellektüellerin ilk kez gerçeği aradıkları zamanlar olan Yunan döneminin altın çağıdır.
Dönemindeki inanışın aksine hastalıkların olağanüstü güçlerden ve tanrıların gazabından kaynaklandığına inanmamış, her hastalığının fiziksel ve gerçekçi bir açıklaması olduğunu düşünmüştür. Çalışmalarını gözlemler üzerine oturtmuş, tıbbı bilim ve san’at haline getirmiştir.

Hipokrat, zatürree ve çocuklardaki sara hastalığının belirtilerini ilk tanımlayan hekimdir. Yine düşünce ve duyguların kalpten değil, beyinden kaynaklandığı bilgisini ortaya koyan ilk kişidir.

Halk sağlığı ve hastalıkları konusunda 7 cilt kitap yazmış ve bunlarda sıtma, lekeli humma, çiçek, veba, sara ve akciğer veremine ait bilgilere yer vermiştir. Tıp alanına deneysel yöntem, gözlem ve araştırma prensiplerini getirmiş olan Hipokrat, hastalıkları vücüdun vital sıvılarındaki bozukluklara bağlamış ve hastalıkları akut, kronik, epidemik ve endemik olarak sınıflandırmıştır. Ayrıca, yaraların sağaltımında kaynatılmış su ile irrigasyonu, operatörlerinin ellerini ve tırnaklarını temizlemelerini, yaraların etrafına bazı ilaçların sürülmesi gerektiğini de vurgulamıştır. Bilgin, hastalıkların topraktan çıkan fena hava ile su, yıldız, rüzgarların yönü ve mevsimlerin etkisiyle oluştuğuna da inanmıştır (miasmatik teori). Hipokrat, aynı zamanda, 4 element (ateş, hava, su, toprak), 4 kalite (sıcak, soğuk, nem, kuru) ve vücudun 4 sıvısı (kan, mukus, sarı safra, siyah safra) üzerinde de bilgiler vermiş, bunları ve birbirleri ile olan ilişkilerini açıklayan görüşler getirmiştir. Senenin çeşitli mevsimlerinde ısının ve nemin değişmesinin hastalıkların çıkışında önemli rol oynadığını da savunmuştur.

San’atını icra etmek üzere tüm Yunanistan’ı dolaşmış, Kos adasında bir tıp okulu kurup düşüncelerini öğretmiştir. Öğretisi genelde etik (ahlaki değerler) ağırlıklıdır. Bu etik boyut, Hipokrat andında da açıkça görülmektedir.

Bilimsel tıbbın kurucusu olan büyük hekim MÖ 377 yılında ölmüştür. Yetmişi bulan çalışmaları daha sonra kitap haline getirilmiş ve 18.yüzyıla kadar tıpta klasik kitap olarak 20 asırdan uzun bir süre kullanılmıştır.

2400 yıldan beri mesleğe adım atan tüm hekimlerin değişik şekillerini okuduğu Hipokrat Yemini; sanılanın aksine Hipokrat’ın bizzat kendisi tarafından değil, büyük olasılıkla oğlu veya öğrencilerinden biri tarafından İsa'dan önce 5. yüzyılda yazıya dökülmüştür.

HİPOKRAT ANDI

Hekim Apollon Aesculapions, hygia panacea ve bütün Tanrı ve Tanrıçalar adına.
And içerim, onları tanık ve şahit tutarım ki, bu andımı ve verdiğim sözü gücüm kuvvetim yettiği kadar yerine getireceğim.
Bu san’atta hocamı, babam gibi tanıyacağım, rızkımı onunla paylaşacağım. Paraya ihtiyacı olursa kesemi onunla bölüşeceğim. Öğrenmek istedikleri takdirde onun çocuklarına bu san’atı bir ücret veya senet almaksızın öğreteceğim.
Reçetelerin örneklerini, ağızdan bilgileri şifahi malumatı ve başka dersleri evlatlarıma, hocamın çocuklarına ve hekim andı içenlere öğreteceğim. Bunlardan başka bir kimseye öğretmeyeceğim.
Gücüm yettiği kadar tedavimi hiç bir vakit kötülük için değil yardım için kullanacağım.
Benden ağı (zehir) isteyene onu vermeyeceğim gibi, böyle bir hareket tarzını bile tavsiye etmeyeceğim.
Bunun gibi bir gebe kadına çocuk düşürmesi için ilaç vermeyeceğim. Fakat hayatımı, san’atımı tertemiz bir şekilde kullanacağım.
Bıçağımı mesanesinde taş olan muzdariplerde bile kullanmayacağım. Bunun için yerimi ehline terk edeceğim.
Hangi eve girersem gireyim, hastaya yardım için gireceğim. Kasıtlı olan bütün kötülüklerden kaçınacağım.
İster hür ister köle olsun, erkek ve kadınların vücudunu kötüye kullanmaktan sakınacağım. Gerek san’atımın icrası sırasında, gerek san’atımın dışında insanlarla ilişkideyken etrafımda olup bitenleri, görüp işittiklerimi bir sır olarak saklayacağım ve kimseye açmayacağım.
Bu andımı tuttuğum sürece, hayatım ve san’atımın icraası bana mutluluk versin, tüm insanlar tarafından her zaman saygı göreyim, eğer yeminimden dönersem bunun zıddı bana az gelsin.











6 Mart 2009 Cuma

PUTPEREST İBADETLERİ

Putperestlik, Farsça kökenli bir sözcük olan "put" sözcüğünden türemiştir.
TDK'ye göre put sözcüğünün tanımı şöyledir:

"Bazı ilkel toplumlarda doğaüstü güç ve etkisi olduğuna inanılan canlı veya cansız nesne, tapıncak, sanem, fetiş."

Buradan yola çıkarak putperestlik tanımını:
Doğaüstü güç ve etkisi olduğuna inanılan canlı veya cansız nesne tapımı.olarak yapabiliriz. Putperestlik farklı şekillerde tanımlandığı ve farklı çeşitleri olduğu gibi aynı zamanda paganizm ile denk biçimde kullanılmıştır. Fakat paganizm ve putperestlik farklı anlamları içerir.

Paganizm, Latince paganus yani kırsal sözcüğünden türemiştir. Roma dönemi şehirlerde yayılan Hristiyanlığın köylüleri etkileyememesinden dolayı Hristiyanlık dışında kalan inançlar pagan olarak adlandırılmıştır. Günümüzde İbrahimi dinlerin, diğer inançlara verdiği genel isim olup politeizmi, çok tanrıcılığı ve putperestliği kapsar.
Bu başlık altında paganizm ve putperestliğe ait ibadet ve tapınma şekillerini ele alacağız.
1- Ayinler
2- Namaz
3- Oruç
4- Hac ve Tavaf
5- Kurban ve Adak
6- Sünnet
7- Takı, tütsü ve büyüler
8- Telbiyeler, İlahiler, şiirler
9- Sembol ve dövmeler

1- Ayinler:

Kutsal ve özel günlerde genellikle mabetlerde toplanan putperestler geleneklerine göre çeşitli gösterilerde bulunur, ilahiler söyler, toplu ritüeller yaparlar. Ateş üzerinden atlama ya da ateş üzerinde yürüme, vücutlarına şiş batırma bu gösteri örneklerindendir. Kutsal bir puta, geçmişteki kutsal saydıkları kişiden kaldığına inandıkları bir nesneye saygı gösterisinde bulunur, etrafında döner ya da koklayıp öperler. Yıllık ayinlerin dışında mevsim başlarında, özellikle ilkbahar ve sonbaharda yapılan ayinler de vardır. Belirli günlerde güneş ve ay festivalleri yapılır. Türlerine göre ayinlerde kutsal saydıkları sudan içer, kutsal saydıkları yiyecekten yerler.
Dualar eder, dileklerde bulunurlar.

Putperestlerin bu ayin adetlerinin İbrahimi dinlere de geçtiği görülmektedir. Noel kutlamaları Mitra paganlarından geçmedir. Putperest Arapların yevmül Arabu dedikleri cuma toplantıları, kandil geceleri, aşure günleri, cem ayinleri pagan kökenlidir.

2- Namaz

Putperest ibadetlerinden biri namazdır. Namaz, güneş kültünün ritüellerinden biridir ve Hint kökenli bir ibadettir. İslam öncesi Araplar da namaz kılarlardı. Günümüzde Hindular da namaz ritüellerini devam ettirirler.

Sansktitçe "Surya" güneş "Namaskara" ise selamlama veya bağlantı demektir. Böylece "Surya Namaskara" ‘güneşle bağlantı’ anlamına gelmektedir. Surya Namaskara, bedende akan güneş enerjisinin canlandırma tekniğidir.

Arap putperestlerinin namaz kıldığı Kur'an'da yazılıdır.

Enfal-35. Ve ma kane salatühüm ındel beyti illa mükaev ve tasdiyeh fe zukul azabe bi ma küntüm tekfürun

Bilindiği üzere Arapça'da "salat" namaz demektir.
Onların Kabe’deki namazları, ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir.
Küfrünüzden dolayı azabı tadın!
Namaz törenlerindeki ıslık ve alkışlar nedeniyle putperestlerin kıldığı namaz eleştiriliyor. Putperestler de günde 5 vakit namaz kılarlardı.
Bu namazlar şunlardı:

Şaharit namazı -sabah namazı
Musaf namazı - öğle namazı
Minha namazı - ikindi namazı
Neilat Şerarim namazı - akşamüstü namazı
Maarib namazı - akşam namazı

(Hayrullah örs, Musa Ve Yahudilik, s.399-405; Doç.Dr. Ali Osman Ateş, Asr-ı Saadette İslam; Şaban Kuzgun, Hz. İbrahim Ve Hanifilik, s.117; Epstein, Judaism, s.162.)

Kur'an'da geçen namaz vakit sayısı 3 olmasına rağmen 5 vakit kılınıyor olması zamanla putperest döneme dönüldüğü şüphesi taşımaktadır.
Aynı şekilde abdest de putperestlerde vardı. Cünup olunca boy abdesti alırlardı.
(İbn-i habib, Muhabber, s.319; Halebi)

3- Oruç

Güneş kültüne sahip putperestlerin ibadetlerinden biri de oruçtur. Namaz vakitlerini güneş zamanlı ayarladıkları gibi oruçlarını da güneşin doğuş ve batışına göre ayarlarlardı.

Orucun başlangıcı bile İslamiyet'teki gibi ay'a göre tespit ediliyordu. Tıpkı, bugünkü müslümanlar gibi, ay'ı görmek için gözetleme heyetleri bile kuruluyordu. (Hayrullah Örs, Musa Ve Yahudilik, s.409)

İslamiyet öncesi arap paganlarının ilginç gelenekleri vardı. Bunlar Ramazan dedikleri ayda bir ay oruç tutarlar, Mekke'ye Hacca gidip Kabe'nin etrafında yedi kez dönerler, "Kara Taş" ı ( Hacerül Esved) kutsal sayar onu öper ve günde dört veya beş vakit namaz (salat) kılarlar, şeytan taşlarlardı.
( Is Allah the Same God as The God of Bible?, M. J. Afshari, p 6, 8-9, İslam, Beliefs And Observances, Caesar E. Farah)

“Aişe anlatıyor: Islam öncesinde Kureyş, Aşure gününde oruç tutardı..”
(Buhari, e’s-Sahih, Kitabu’s Savm/1.)

Sabiilik, yıldız kültüne sahip bilinen en eski pagan dinidir. İlginçtir ki Sabiiler de 3 vakit namaz kılar ve 1 ay oruç tutarlardı. Farz orucun dışında nafile oruçlara da sahiptiler.İbn Nedim, El Fihrist, s. 442-445)

Kur'an'da önceki toplumlarda da orucun olduğu yazılıdır:

Bakara-183. Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç, size de yazıldı (farz kılındı). Umulur ki sakınırsınız.

Eski Çağ dinlerinde, özellikle, rahiplerin Tanrılara yakınlaşmaya hazır olmalarını sağlamaya yarayan bir yoldu. Helenistik Dönemin inançlarına göre, Tanrılar bir takım kutsal öğretileri ancak oruç tutan kişilere vahiy yoluyla gönderirlerdi. Bazı eski kültürlerde ise oruç, öfkelenen Tanrıları teskin etme gibi amaçlara yönelikti. Sibirya Tungu şamanları ise, ruhlarla ilişki kurabilmek için oruç tutarlardı.

Bütün dinlerde, belirli zamanlarda oruç tutma geleneği vardır. Budha rahipleri, gene belirlenmiş günlerde oruç tutarak günahlarını itiraf ederek, arınacaklarına inanırlar. Hindistan’da Sadhular gene günahlarından arınmak için oruç tutarlar. Çin’de göksel Yang ilkesinin başlamasından önce belirli bir süre oruç tutulur.

4- Hac ve Tavaf

Önce Diyanet forumdan bir alıntı yapalım:

ÇEŞİTLİ DİNLERDE HAC

Hac ibadeti pek çok toplumda bulunmaktadır. Japonlar, ataları Güneş'in, bir gün, hâlen kendilerinin üzerinde ikamet ettikleri adaya inip çevrede dolaştıktan sonra tekrar göğe hareket etmiş olduğunu düşünürler. Atalarının kendilerine bahşetmiş olduğu bu şerefin hatırası olarak Japonlar, yaya olarak aynı güzergâhı izlerler ve bu onların haccı olmaktadır.

Hindistan'ın Hinduları başka bir hac telakkisine sahiptirler. Tanrı görülmediğinden, O'na tazimde bulunmak için ilâhî yaratıcı gücün en büyük tezahürlerinin ortaya çıkmış olduğu yerleri, ziyaret etmek gerekir. Ganj, en önemli nehirdir, tâ Himalayalardan Bengal Körfezi'ne kadar kıtayı sular ve hattâ denize açıldığı bir kayadan çıkan Ganj'ın kaynağını ziyaret etmek için yolculuk yapmak Hinduların en önemli haccıdır. Ganj, Alfahabad yakınında, diğer bir büyük nehir olan Jumma ile birleşir ve bu birleşme yerinde bilhassa ay ve güneşin tutulmaları gibi özellikle önemli vakitlerde yıkanmak da, Hindu dininin en büyük haclarından biridir.

Gotama Buda, kendi dinin vahyini bir yabani incir ağacı altında almış olmakla meşhurdur. Önce bu ağacı, sonra da bu kutsal ağacın eskiden varolduğu yeri ziyaret etmek Budistlere göre haccın konusunu oluşturmuştur ve oluşturmaya devam etmektedir. Bir dinin ermiş kurucusunun doğum yeri, onun defnedildiği yer, bir mu'cizenin meydana geldiği yer, çeşitli toplumlara göre yeryüzünün farklı bölgelerinde hac yapılmasının sebeplerini oluştururlar.

İslam öncesi Araplar'da Kabe putperestlerin en kutsal mabediydi ve bölge halklarının hac mekanıydı. Kabe eldeki kanıtlara göre İbrahim peygamber tarafından yapılmamıştır, yaklaşık MÖ800 lü yıllarda yapıldığı bilinmektedir. Ayrıca Kabe hiçbir zaman yahudiler ve hristiyanlar tarafından kutsal sayılmamıştır. Tevrat ve İncil'de Kabe ile ilgili tek bir ayet dahi olmaması bunu kanıtlamaktadır. Kabe MÖ 800 lü yıllardan sonra putperestler tarafından "Allah'ın evi" olarak anılmaya başlanmıştır.
(A Guide to the contents of Quran Faruq Sherif, Reading, 1995, pgs. 21-22., Muslim)

Putperestler Kabe etrafında 7 kez tavaf yaparlardı. Kureyş dışından gelen Bedevi putperestler tavafı çıplak olarak yaparlardı. Putları ziyaret, Hacerül Esved taşına el sürme ve öpme, Safa ve Merve tepeleri arasında gidip gelme, şeytan taşlama hac ibadetinin en önemli ritüellerindendi.

Putperestlerin hac sırasında hep bir ağızdan yaptıkları telbiye de aynen şöyleydi:

Lebbeyk allahümme lebbeyk.
La şerike leke illa şerikun huve lek.
Temlikuhu ve ma-melek

5- Kurban ve Adak

Kurban Hinduizm'de çok önemli bir yere sahiptir. Tanrılara sunulan her şey kurbandır. Hinduizm'de yaygın olan kansız kurbanlardır. Ancak yaz ve kış gün dönümleri münasebetiyle kanlı kurbanların da Tanrılar'a sunulduğunu görmekteyiz. Bu kanlı kurbanların en büyüğü ve özel bir tören gerektireni "Soma "kurbanıdır. Soma'da keçi ve inek gibi hayvanlar kurban edilir.

Tanrıların öfkelerini teskin etmek maksadıyla sunulan bu kurbanların yanında özel hediyeler de Tanrılar'a sunulmuştur.Hinduizm'de sunaklarda en iyi hayvanların kurban edilmesi ve etlerinin iyi kısımlarının yine burada bulanan ateşlerde yakılma geleneği vardır. Hinduizm'in bir özelliği de ölmüş kişiler için kurban kesme şartını getirmiş olmasıdır.
Hinduizm'e göre, ölüler kurbansız aç kalırlarmış.

Eski çağlarda insan kurban edilmesi, bir nevi temizlenme ve sihir vasıtasıydı. Ailenin ilk çocuğu Tanrı'ya ait kabul edilir ve kurban edilmesi gerekirdi. Mısırlılar ise köpek başlı olarak tasvir ettikleri insanlara "Ani" diyorlar ve onları "Ay Tanrısı"na kurban olarak sunuyorlardı.

M. Eliade, Anadolu'da özellikle ilk çağlarda hasat mevsimi dolayısıyla yapılan insan kurbanı ve kafa kesme ayinlerine örnek olarak Frigyalılar'ı ele alır. Frigyalıların yüzyıllar önce hasat zamanında insanları, başlarını kesmek suretiyle kurban ettiklerini, hatta elde mevcut delillere göre, o zamanlar bu âdetin Doğu Akdeniz'in her tarafında yaygın olduğunu kaydetmektedir.

İslam öncesi Arapların da eski dönemlerde Sabah Yıldızı'na daha doğmadan büyük bir acele ile insan ve beyaz deve kurban ettikleri, yine önemli putlardan Uzza'ya oğlanlarla, kızların ve esirlerin de kurban edildikleri ileri sürülmektedir. Yakın dönemde ise insandan vazgeçilmiş, hayvan kurbanına geçilmişti.

Putlara özel kurban kestikleri gibi genelde Safa ve Merve tepelerine dikilmiş kayadan putlara kurban keserlerdi. Bu kayaların bir İsaf diğeri Naile adlı puttu. İsaf ve Naile iki sevgiliydi ve Kabe’nin kutsallığını kirlettikleri için öldürülmüş, daha sonra efsaneleşerek kutsallaştırılmışlardı.

Araplar, putlara adak da adarlardı. Dilekleri gerçekleştiğinde, önemli işlerinde ve uzun seyahatlerinde adak keserlerdi. Adaklarının çoğu da ilk çocuklarının erkek olması içindi.

6- Sünnet


Sünnet, yazılı tarihten önce başlamıştır. Antropologlar sünnetin başlangıcı hakkında görüş birliğine varamamıştır. Sünnetin tarihini M.Ö. 15.000 yıllarındaki taş devrine kadar götürenler varsa da antropolog Ashley Montagu’nun da savunduğu gibi 6.000 yıl önce antik Mısır’da sünnetin varolduğu kesinleşmiştir. Eski mısır piramitlerinde bulanan bazı mumyaların sünnetli oldukları görülmüştür. Tarih boyunca mısırlılar, Yahudiler ve Babillilerin sünnet adetine sahip oldukları tespit edilmiştir.

Sünnet pagan geleneğinin tek tanrılı dinlere uzantısıdır.
İslam öncesi putperestler de sünnet adetine sahiptiler. Putperest Araplarda hem kadın hem de erkekler sünnet edilirdi. Erkeğin sünneti için "hıtan" kadınların sünneti için "hafd" kelimesini kullanmaktaydılar. Ancak "el-hıtanan" ifadesi sünnet edilen yer anlamına hem kadın hem erkek için müşterek kullanılırdı.
Hadislerde Muhammed’in, halifelerin ve ashabın sünnetinden bahsedilmemesi, onların zaten putperest adeti gereğince sünnetli olduklarını gösterir.


Kadın sünneti sadece putperest Araplarda değil, eski Mısırlılarda da mevcuttu. Mısır’da yapılan arkeolojik kazılarda bulunan bazı kadın mumyalarının sünnetli olduğu belirlenmiş, kadın sünnetinin nasıl yapıldığı M.Ö 1600’lü yıllardan kalan duvar resimlerinde detaylı bir şekilde tasvir edilmiştir. Bu, kadın sünneti geleneğinin kökeninin çok eski çağlara dayandığının göstergesidir ve sünnet geleneğinin tarihinin tek tanrılı dinlerden daha eski olduğunu, asıl olarak bir pagan geleneği olduğunu, tek tanrılı dinlere pagan toplumlardan geçtiğini gösterir.

BM istatistiklerine göre bugün dünyada 130 milyon kadın ve kız çocuğu sünnetli.
Kadın sünneti esas olarak, Afrika kıtasının orta şeridinde yer alan 30 Afrika ülkesinde uygulanıyor. Bu bölgedeki kadınların neredeyse tamamı sünnetli.
Sünnetsiz kadınlar aşağılanıyor, pis ve fahişe olarak suçlanıyor. Umman, Yemen, Birleşik Arap Emirliği’nde, Endonezya ve Malezya’nın bazı bölgelerinde, Kuzey Irak’ta bazı Kürt bölgelerinde yaşayan kadınlar arasında da daha az oranlarda olmakla beraber sünnet geleneği yaşatılmakta. Bunların içinde Müslüman, Yahudi ve Hristiyanlarla birlikte çok tanrılı din inanırları da var.


Tıpta erkek sünnetinin az da olsa bir yararına değinilse dahi kadın sünnetinin hiçbir yararı olmadığı, kadının cinsel isteğini öldürdüğü, ölüm ve yaralanmalara neden olduğu biliniyor. Buna rağmen bu ilkel, çağdışı adet ısrarla sürdürülmekte, hem de Allah’a, ilahlara dayandırılarak.

7- Takı, tütsü ve büyüler

Putperest toplumlarda şans, uğur ve hayır getirmesi için birtakım taş ve takılar kullanmak adettendi. Kendilerini kötü ruhlardan, cinlerden, nazardan koruması için çeşitli nesneleri vücutlarına, boyunlarına takar ya da üzerlerinde taşırlardı.

Büyü günümüzde de süregelen ilk çağ pagan ritüellerinden biridir. Sıradan insanlarda bulunmayan gizli bir gücün sahibi olmak, düşmanlarını, rakiplerini altetmek, aşk ve cinsellikle ilgili isteklerine kavuşmak amacıyla çok çeşitli büyü yöntemleri uygulanırdı.

Tütsü ise arınma, temizlenme, kötü ruhları ve cinleri kovma amacıyla paganların okült seremonilerinde, Antik Yunan'da, Hitit Uygarlığı'nda, Babil'de, Firavunlar dönemi Mısır'ında, Roma İmparatorluğu'nda, Hindistan, Tibet ve Japonya'da çok eski zamanlardan beri kullanılmaktadır.

Tek tanrılı dinlerde bunlar yasaklanmış ve günah sayılmışsa da değişik versiyonlarla sürdürüldüğü bir gerçektir. Örneğin muskalar, ayet yazılı kağıtların evlere, arabalara asılması, hastalığa ve nazara karşı okuyup üfleme, nazar boncukları, mum yakma vb.

8- Telbiyeler, İlahiler, şiirler

Putperest toplumlar ayinlerinde telbiyeler, ilahiler söylenirdi.
Cenaze törenlerinde ağıtlar yakılır, naatlar okunurdu.
Örneğin eski Mısır’da ölü evinden kadınlar sokaklara çıkar dövünerek ölüye ağıtlar söylerlerdi. İslam öncesi Araplar da telbiyeler, ilahiler, şiirler çok önemliydi.
En beğenilenleri Kabe’ye asarlar, putları için okurlardı.
İslam öncesine ait ne varsa yakılıp yokedildiği için ne yazık ki bu kültürden elde çok az bilgi kalmıştır. Bunlardan biri de “Yedi Askı” denilen şiirlerdir.

9- Sembol ve Dövmeler

Pagan inançlarda dilin sembollerle kullanılmasına yoğun olarak rastlanılır. Hemen hemen her pagan toplumda çeşitli semboller mevcuttur. Pentagram denilen beş köşeli ters yıldız en ünlüleridir.

Dövme de pagan toplumlarda sıkça kullanılan bir sembol yöntemidir. Hintliler, Japonlar, Amerika Yerlileri ve Afrika'daki bazı kabileler dövmeyi bir süs olarak yaparlarsa da pek çok toplumda dövmenin hastalıklara ve kötü ruhlara karşı koruyucu bir tılsım olarak uygulandığı, bireyin toplumdaki konumunu (köle, efendi, ergen, işçi, asker) vurgulamak için kullanıldığı bilinmektedir.

Dövme yapma geleneği hayli eskidir. İ.Ö 2000'lerde Eski Mısır toplumunda dövmenin yapıldığı mumyalardan anlaşılmıştır. Mısırlıların dışında Britonların, Galyalıların ve Trakların da dövmeleri vardı. Eski Yunanlılar ve Romalılar, "barbarlara özgü bir uğraş" saydıkları dövmeyi suçlular ile kölelere yaparlardı..

Hun kurganlarında çıkan cesetlerde son derece kıvrak çizgilerle ve dekoratif bir anlayışla yapılmış düşsel yaratıklar ve koç figürlerinden olusan dövmeler görülmektedir. Dinsel-büyüsel kaynaklı bu dövmelerin is olduğu ihtimali ve deriye şırınga edilmesi ile oluştuğu düşünülmektedir. Hunlara ait Pazırık kurganında bulunan bir başkana ait cesetten anlaşıldığı üzere Hunlarda asil ve kahraman kişilerin dövme yaptırabildiği, daha sonraları Kazak ve Kırgızlarda da devam eden bu geleneğin yine kahramanlık niteliği taşıyan bireylere uygulandığı bilinmektedir.

İlkel topluluklarda dövme yapılırken törenler düzenlenir. Dövmeyi yapan kişi birtakım dinsel ve büyüsel kuralları yerine getirmek zorundadır.

Sonuç:

Buraya kadar anlattığımız putperest adet ve ibadetleri konusunda sanırım herkes hemfikirdir. Müslümanlar da putperestlerin bu ibadetlere sahip olduğunu reddetmez. Bilmeyenler de inceleyip araştırdıklarında doğruluğunu göreceklerdir. Bunlar din derslerinde, din kitaplarında pek anlatılmadığı için sanılır ki Kur'an'da yazılı olanların tümü Muhammed peygamber tarafından getirildi. Görüyoruz ki İslam'ın ve Kur'an'ın getirdiği yeni birşey yok. Zekat ve sadakaya varana kadar hepsi putperestlerde mevcut. Putperestlerde olmayanlar da Yahudilerde var. Peygamberlik, melekler, kıyamet, ahiret, cennet, cehennem gibi..

Bu durumda putperestlikle tek tanrı dinlerindeki ortak ibadetleri nasıl açıklayacağız?
Örneğin İslam dininin ibadetleri ile İslam öncesi Arap putperestlerinin hemen hemen aynı ibadetlere sahip olmasının sebebi nedir?

Dinlerden özgür düşünenler bu durumu dinlerin evrimine bağlar. Totemizmle başlayan ilkel dinler daha sonra ruhçuluğa ve putataparlığa, çok tanrılı dinlere ve sonunda da tek tanrılı dinlere evrilmiştir. Geçiş yapan toplumların önceki inançların etkisiyle eski adet ve ibadetlerini kısmen değiştirerek de olsa sürdürdükleri görülmüştür.

İslam'ın kurucusu Muhammed'in yeni hiçbir şey getirmediği, Kur'an'da yazılı olanların tümünün putperestlerden ve Yahudilerden derleme, toplama olduğu gerçeği karşısında İslamcı görüş ve inanış:
Dinlerin evriminin doğru olmadığı, İslam'ın Adem'den itibaren varolduğu, değişik adlarla da olsa peygamberlerin daima İslam'a çağrı yaptıkları, namaz, oruç, hac, zekat, kurban, sünnet vb. ibadetlerin başından beri olduğu ancak toplumların zamanla İslam'dan saparak putlar ve ilahlar edindikleri, İslam'dan miras aldıkları ibadetleri bu putlara ve ilahlara yaptıkları şeklindedir.

Örneğin büyük çoğunluğu müslüman olan Türk toplumunun zamanla İslam'dan saptığını, putlar edindiğini ve Allah'a ilaveten ay tanrısı, güneş tanrısı vb. ilahlara taptığını ama namaz kılmaya, oruç tutmaya, hacca gitmeye, zekat vermeye, sünnet olmaya devam ettiğini düşünelim.
Bu mümkün müdür?

Ya "Tanrı denmez Allah denir" diye ısrar eden zihniyet, Allah ismi Adem'den beri var ise Sümer'de, Mısır'da, Hind'de, Çinlilerde, Türklerde, Yahudiler'de, hristiyanlarda "Allah" isminin unutulmasını ya da yokedilmesini ama Arap putperestlerince korunmasını nasıl izah edebilir?
Her toplumun kendi dilinde "Allah" a karşılık gelen bir isme sahip olduğu şeklinde mi?
Yani Eloha, Brahma gibi..
Öyleyse ne diye Tengri'ye, Tanrı'ya karşı çıkarlar?